Eleştirmenin Not Defteri

Damla Sönmez etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Damla Sönmez etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ekim 2012 Cumartesi

Film eleştirisi: UZUN HİKAYE



Kenan İmirzalıoğlu samimi bir performans veriyor çoğu sahnede ama Tuğçe Kazaz'ın performansını da çok kötü bulmadım açıkçası...
“Uzun Hikaye” olanca iyi niyeti ve emeğine rağmen Türk sinemasının genel senaryo problemlerinden nasibini alan bir yapım olmuş... 
 Yazar Mustafa Kutlu’nun “Uzun Hikaye”si çift anlamlı bir kullanıma sahiptir. Kutlu bu 114 sayfalık eserini hem uzun bir hikaye olarak tanımlamış (ingilizce literatürde böyle eserlere konan bir isim var: novella) hem de hikayenin içeriğinde yılları kapsayan bir olay örgüsünü işaretlemiş...
Kutlu’nun hikayesi olayların geçtiği dönemi özellikle belirtmemekte ama bu zamansızlık, Türkiye’de bazı şeylerin iktidarlar değişse de bir şekilde sosyal yaşamda hep sürdüğünün altını çizmektedir sanki... “Uzun Hikaye”de adı ‘sosyalist’e çıkacak kadar eşitlikçi, vicdanlı ve iyi bir adam olan arzuhalci Ali’nin çok sevdiği karısı ölünce oğluyla bir başına kalıp Anadolu’nun çeşitli şehirlerine sürülüp gittikleri her yerde tutunamamanın, kök salamamanın sıkıntısını çekerler...  
Genç kuşak oyuncularımızdan Damla Sönmez ilgi çekmeye devam ediyor ama o balonlu gül yapraklı sahneyi kurtaramıyor maalesef...
Osman Sınav’ın yönetmenliğindeki filmin senaryosu ise romandaki pek çok olayın yerini değiştirip dramatik etkiyi arttırıcı bir takım manevralar içermekte. Ama bu manevralar maalesef inandırıcı bir şekilde yazılıp aktarılamamış peliküle. Ali’nin birbiri ardına sürüldüğü Anadolu kasabalarına göre filmi üç parçaya bölersek eğer, ‘anne’nin kaybedildiği ilk bölüm dışında tüm bölümlerin kendi içlerinde bir nevi tekrara dönüştüğü bir yapı üzerine kurulu film. Ali ve oğlu gittikleri her kasabada birbirlerinin tıpatıp aynı fikirdeki ve fazla boyutlandırılamamış, eşitlik düşmanı ve baskıcı “kötü adam”larla çarpışmaktalar.
Ali’nin daha trende tanıştığı tren şefinin yardımıyla oluşturduğu ve hikayeye masalsı bir ton kazandıran vagon evde geçen ilk bölüm Ali’nin karısının ölümüyle sonlanıyor. Film özellikle bundan sonrasını anlatırken gerçekçi tonla masalsı melankolinin dengesini tutturmakta zorlanıyor. İlk bölüm nispeten daha az bir arızayla atlatılırken, Ali’nin artık ergenlik çağındaki oğlu Mustafa’yla gittikleri diğer kasabada yaşanan bölüm pek çalışmıyor. Özellikle de Ali’ye neden kafayı taktığı yeterince belirginleştirilmemiş belediye başkanı ve adamının Ali’yle olan problemini yansıtan sahneler bu yüzden ikna edici olamıyorlar. Ama hikayenin asıl büyük problemi en çok da üçüncü bölümde yani baba-oğulun bize gösterilen bir sonraki duraklarında ortaya çıkıyor en çok. Kasabanın yine klişe bir ‘kötü’ devlet memurunun kızına abayı yakan Mustafa’nın hikayesi eğreti temeller üzerine kurulmuş. Ali ve Mustafa’nın işlettiği kitapçı dükkanında başlayan aşk, Mustafa’nın savcının evinin tepesinden balonla gül yaprakları dökmeye kadar varan demode bir romantizme doğru evriliyor. Savcının sarhoş ve de aylak yeğeninin (Erkan Avcı) devreye girerek savcıyla Ali’yi karşı karşıya getirmekteki katkısı ise zorlama bir senaryo manevrası olarak filme zarar veriyor...
"Zenne"den de tanıdığımız Erkan Avcı'nın karakteri hikayeye yapıştırma gibi duruyor... Ali’ye kur yapan kasaba öğretmeni ise hem kötü yazılmış hem de kötü oynanmış bir karakter... 
Mustafa’nın babasına artık yer değiştirmekten bıktığını ifade ettiği çıkışı ise güleryüzlü bir tavırla ele alınmış olmasına rağmen Ali’yi cezalandıran bir finale götürüyor hikayeyi. Aslında Mustafa’yı ve aşkını daha çok önemsiyor olsak bu bir sorun olmayacak. Ama film Mustafa’nın çocukluk, ergen ve genç çağlarını bize izlettirmiş olsa da ona karşı bir sempati oluşturmayı başaramıyor. Bunda özellikle de son kısımda Mustafa’yı canlandıran Ushan Çakır’ın da katkısı var tabi!
Osman Sınav’ın da ülkemizde çok yapılsa da dönem filmi/dizisi çekilirkenki yaşanan sorunlardan nasibine düşeni aldığını söyleyebiliriz. Mesela bu yüzden filmin ‘genel plan’ eksikliği hissedilir derecede kendisini belli etmekte... Baba-oğul’un yaşadıkları yerleri, filmin mekanlarını tanıyıp coğrafyasını kafamızda oluşturabilmek bu dar açılı sahneler yüzünden pek mümkün olamıyor... En basitinden filmin en orijinal mekanlarından biri olan ‘vagon ev’in içini şöyle bir tamamen göremiyoruz... 
Bir de maalesef televizyon dizilerinin sinema filmlerimizin öyküleme üsluplarına getirdiği  yıkıcı zararlar var ki, aslında bu da başlı başına bir yazı konusu...        

6 Ocak 2012 Cuma

ELEŞTİRMENİN NOT DEFTERİ - 5

Kurtuluş Son Durak
Sinemamızda çok da fazla rastladığımız bir tür değil “kara komedi”ler... Dolayısıyla sinema yapan kafalar hiç bu yönde çalışmıyorlar... Kurtuluş Son Durak'ın giderek dağılan bir yapıya sahip olmasının başlıca sebebi bu...
Evet, ülkemizde kadınlara uygulanan şiddet giderek bu toplumun en ciddi hastalıklarından biri oldu çıktı. Televizyon dizileri ve sinemamız buna tepki veriyor çeşitli ürünlerle. Ancak bir şey hep karıştırılıyor... kadını mağdur gösteren bu eserlerin bu soruna bir çözüm getireceğine hiç inanmıyorum ben... Mesela sürekli dayak yiyen kadınların konu edildiği diziler bence tam tersine bu durumu normalleştiriyor!
Kurtuluş Son Durak bu duruma karşı oluşan bir refleks sonucunda yazılmış izlenimi veriyor ama bunu o kadar ticari hale getirip, bir o kadar da mesaj kaygısı taşıyarak yapıyor ki...
Kurtuluş semtinde bir apartmanda bir araya gelen birbirinden ayrı sınıftan beş kadının (bir de genç kız var) erkeklerle olan sorununu ister istemez genel bir direnişe doğru yönlendirmesini anlatan film, bir süre bir Pedro Almodovar inceliğinde gidiyor gitmesine. Ama sonra film bildiğimiz Türk popüler komedi filmlerinin çıkmazına düşüveriyor. Karakterler yüzeyselleşiyorlar giderek... Onları sadece onlara hak ettikleri değeri vermeyen erkeklerin üzerinden değerlendirebiliyoruz. Bu kadınların hiçbirini tam olarak tanıyamıyoruz. Mesela Demet Akbağ’ın oynadığı ermeni kadını filmden çıkarsanız hiçbir şey kaybetmezsiniz. Nihal Yalçın iyi bir performansla metres hayatı yaşayan pavyon kadınını inandırıcı ve komik oynuyor. Ama bundan ötesi de yok karakterde. Filmin en komik karakterlerinden birini yorumlayan Asuman Dabak sadece bu işlevi yerine getiriyor o da çoğunlukla oyuncunun kendi çabasıyla gerçekleşiyor. Belçim Bilgin filmin en çok tanıyabildiğimiz karakterini, Eylem’i, canlandırıyor. Bir de genç yetenek Damla Sönmez belli bir genç kız tipolojisini çıkarmayı başarıyor. Mete Horozoğlu’nun canlandırdığı sarhoş apartman sakini ise o kadar yetersiz ki... Bir silüet olarak var filmde sanki... 
Kurtuluş Son Durak başladığı gibi ilerlemeyen, mesaj vereceğim paniğiyle yazılmış zorlama bir finale doğru giderken birkaç güzel esprisiyle eğlendiren ama vermeye çalıştığı mesajı da yüzüne gözüne bulaştıran bir film olmuş. Zulüm gören kadınların bunlara sebep olan adamları birer birer ortadan kaldırmalarını mı tavsiye ediyor film? Eylem "onlardan en iyi intikamımız inadına ayakta durmak ve iyi yaşamak’la olur" derken tam tersini yapan kadınları izliyoruz film boyunca. O zaman bu filmin mesajı ne? Ve neden illa bir mesaj vermek zorundasınız ki? Ya da bunu neden bu kadar dillendirmek ihtiyacındasınız? Çünkü ben bu şiddetin sorumlulularının değil böyle apaçık mesajlardan ders alacaklarını, top atsanız duymayacaklarını düşünüyorum... 2/5


Karanlık Saat
Bu senenin kötü filmler listesine daha ilk haftadan bir tane ekledik mi ne... Karanlık Saat, Moskova’ya bir iş görüşmesi için giden iki internet girişimcisi ve iki tane de tatil için gelmiş genç kızı bir araya getiriyor önce. Bunların hepsi genç Amerikalı ve herşeye tepeden tepeden bakmaktadırlar. Zaten girişimci gençler onlardan önce davranan İsveçli bir başka girişimci tarafından kazıklanırlar. Aynı günün akşamı hepsi aynı barda bir araya gelmesinler mi? Üstelik o gece de uzaylılar tarafından büyük bir istila başlamasın mı?
Elektrik dalgalarından beslenerek görünmez olmayı başarabilen bu uzaylılara karşı Amerikalı gençler büyük bir hayatta kalma savaşı verirler.
Eskiden uzaylı istilası filmleri bir şeyler anlatırlardı. Tek derdi bu, insanlardan çok çok üstün olan uzaylıları nasıl yeneceğiz değildi... Rus ABD ortak yapımı filmin herhangi bir alt okumasını yapmak beyhude bir çaba. Çünkü bomboş! Ama Gece Nöbeti (Nightwatch),  Gündüz Nöbeti (Daywatch) ve Wanted gibi filmlerinden tanıdığımız Rus yönetmen Timur Bekmambetov’un yapımcılığından görsel yanı daha güçlü bir film beklerdik... O da yok ne yazık ki...  1/5

Tutku Günlükleri
Senelerdir çekilmeye çalışılan bir Hunter S. Thompson romanıdır The Rum Diary. Hunter S. Thompson hayatı boyunca zararlı bütün alışkanlıkları denemiş, kökeninde gazetecilik olan ama az eser üretebilmiş iyi bir yazardı. 1960’larda yazmaya başladığı ama 98’de ancak yayınlanabilen romanı The Rum Diary'de 1960’lardaki Porto Rico’nun politik karmaşasında gerçek gazetecilik yapmaya çalışan alkolik bir gazetecinin hikayesini anlatır.
1980’lerde daha aktif bir sinemacı olan Bruce Robinson’ın uyarlama filmi biraz uzun olup son çeyreğinde biraz yalpalamasının dışında iyi bir film. Porto Rico’ya gelen Paul Kemp’in turistik adalardaki değerli doğa harikası toprakları aralarında bölüşen bürokrat ve zenginlerin arasına düşmesi ve onlardan birinin güzel sevgilisine aşık olmasını izlediğimiz filmde Kemp’i canlandıran Johnny Depp’in her zamanki gibi karakterine kattığı ‘değer’, karşısında güzelliği ve yeteneğiyle yeni nesil bir Sharon Stone gibi duran Amber Heard, yan karakterlerin birinde de akılda kalıcı bir performans çıkaran Giovanni Ribisi adeta parlıyorlar... Filmde olan biten bütün dağınıklığı biraz da hoşgörmek lazım... Çünkü kafası neredeyse 24 saat iyi olan birinin elinden çıkma ve ana kahramanının da öykü boyunca çok az ayık dolaştığı bir film bu sonuçta. Terry Gilliam’ın çektiği ve Hunter S. Thompson’ın bizatihi hikayesini anlattığı Vegas’ta Korku ve Nefret’te (Fear and Loathing in Las Vegas) de bu durumun en uç halini izlemiştik ne de olsa... 3/5