Eleştirmenin Not Defteri

Daniel Craig etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Daniel Craig etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Nisan 2014 Cuma

Bir Kitap: BOND EFSANESİ (Caretta)



James Bond’un ülkemizde bu kadar çok sevilmesine rağmen, yurtdışında basılan ve Bond filmlerinin detaylarıyla dolu kitaplardan birinin bile bunca zamandır yayımlanmamış olması enteresandır. Geçtiğimiz yıl Caretta adlı bir yayınevi şeytanın bacağını kırdı ve “All About Bond” isimli fotoğraf albümünü çıkardı. Aslında bu kitap tam da fotoğraf albümü sayılmaz. Yani tabi ki ünlü fotoğraf sanatçısı Terry O’Neill’in yıllarca Bond filmleri setlerinde çektiği ve çok da aşina olmadığımız 100’den fazla fotoğrafına yer veren bir albüm bu.

Kitapta James Bond kültürü üzerine yazılmış hoş makaleler de var. Bond’un yaratıcısı Ian Fleming ile aynı gazetede çalışmış ve onu iyi tanıyan Godfrey Smith’in kaleme aldığı yazıyla açılan kitap, belki de Bond’u oynamış en sevilen oyuncu Sean Connery’e ve onun Bond yıllarını anlatan başka bir yazıyla sürüyor. 
Yazıda Fleming’in James Bond için ilk tercihinin Connery olmadığının hatta John Huston’un Bond parodisi “Casino Royale”de ünlü ajanı canlandıran David Niven gibi bir oyuncuyu tercih ettiğinden bahsediliyor. Yapımcılar ise Cary Grant’ı istiyorlarmış...  
Kitapta çok geniş bir yer tutan Bond Kızları ise kendi karakterlerini ve rol aldıkları Bond filmlerindeki anılarını anlattıkları bölümler de bulunuyor kitapta. Mesela en çok iz bırakan Bond kızlarından biri olan Honor Blackman, “Altın Parmak” (Goldfinger) filmindeki Pussy Galore karakterini anlatıyor... Diğer kızların yazıları da meraklıları için çok renkli. Mesela “Goldfinger”da tümüyle altın suyuna batırılarak öldürülen Jill Masterson’ı canlandıran Shirley Eaton o ölümsüz sahnenin nasıl çekildiğini çok kısaca anlatıyor. 
En az sevilen Bond aktörü (!) George Lazanby’nin rol aldığı “Kraliçenin Hizmetinde” (On Her Majesty’s Secret Service) filminin Bond kızlarından biri olan Joanna Lumley; Roger Moore’a “Yaşamak İçin Öldür” (Live and Let Die) filminde eşlik eden Madeline Smith, “Altın Tabancalı Adam”ın (The Man With The Golden Gun) Bond kızı Britt Ekland, “Günışığında Suikast”te (The Living Daylights) Timothy Dalton’a eşlik eden Maryam d’Abo’nun kısa yazıları da var. 

Roger Moore üzerine yazılmış bilgilendirici bir yazının da (Terry O’Neill’ın Bond kızı ve Moore’lu fotoğrafları albümün en iyileri) bulunduğu kitapta detaylı olarak yazılan diğer konular Bond filmlerinin otomobilleri, Bond’un yaşam tarzı, John Huston’un “Casino Royale” filmi ve yıllarca Bond filmlerinin set tasarımcılığını yapan Ken Adam’ın işçiliği...

Belki de adındaki kadar Bond hakkında “her şey”e ulaşabileceğiniz bir kaynak kitap değil “Bond Efsanesi”. Mesela kötü adamlar, filmlerin hikayeleri veya künyeleri filan yok. Filmlerin yapım hikayeleri, Pierce Brosnan filmleri ve hatta ikibinlerde yenilenen haliyle Daniel Craig’li James Bond’lar birkaç fotoğrafla geçilmiş sadece. Sanırım fotoğrafçı Terry O’Neill Pierce Brosnan’lı Bond filmlerinden itibaren yerini başka fotoğrafçılara bırakmış daha çok... 
Ama yine de benim gibi Bondseverler için şık, bakması, okuması zevkli, arşivlik fotoğraflara yer veren güzel bir albüm-kitap “Bond Efsanesi”.

Üstelik en aşağıda verdiğim linkte de indirimli fiyatıyla satışta...     


Resmi James Bond sitesi: http://www.007.com/
Terry O’Neill için: http://www.terryo.co.uk/index.php

15 Mart 2013 Cuma

Film eleştirisi: SKYFALL



Biliyorsunuz, James Bond 23. ‘resmi’ filmiyle karşımızda bu hafta... ‘Resmi’ ifadesini bu toplamın dışında kalan bir film yüzünden kullanıyoruz. Yapımcı kavgaları ve telif meselesi yüzünden bu sayının içinde yer almayan “İnsan Gibi Yaşa” (Never Say Never Again, 1983) Bond filmi gibi başlamayan, Bond filmi gibi ilerlemeyen ‘gayrı resmi’ hatta ‘bağımsız’ bir Bond filmidir. (Film bizde video piyasasında "Asla Asla Deme" adıyla da çıktığı için bu konuda bir karışıklık yaşanmaktadır)
Film, Bond’un (Sean Connery) başarısız olduğu bir kurtarma simulasyonu ile başlar. Hatta kendisine dikkat etmediği, formdan düştüğü için M (Edward Fox) tarafından da azarlanır. “İnsan Gibi Yaşa” Sean Connery’nin İngiliz ajanı canlandırdığı son filmdir ve o yıl 53 yaşına basan aktör, Bond’un da yaşlanmaya başladığını hissettiği bir macerada birazcık da olsa alıştığımızın dışında bir performans sergiler...
Açıkçası resmi ya da gayrı resmi, çok sevilen bir Bond filmi sayılmaz “İnsan Gibi Yaşa”. Ama belli orandaki bir ‘farklılık’ın denenmesi açısından enteresandır.
2006 yılında karşımıza gelen yeni Bond ve onun ilk filmi “Casino Royale” de stüdyo işi olmasına rağmen aynı bağımsız takılma istek ve amacını taşıyordu. Sean Connery ve Roger Moore Bond’larından daha derin, Timothy Dalton ve Pierce Brosnan Bond’larından daha ‘ruh’ sahibi bir James Bond yaratma gayreti, yapımcıları alışıldık tipolojinin biraz dışında bir aktörle beraber ilk orijinal Bond macerasına geri döndürdü. Yaratıcısı Ian Fleming’in aynı adlı ilk Bond romanından uyarlanan film, Bond’da derin yaralar açan ve onun kadınlarla olan ilişkilerinin bu bildiğimiz hale gelmesine neden olan Vesper Lynd karakterinin de adamakıllı ilk kez anlatıldığı film olarak önemliydi. İkibinli yıllar için ‘update’ edilmiş (genç, daha atak, teknoloji uyumlu, daha duygusal) Jason Bourne gibi yeni çağ ajanlarına karşılık Bond’un kendi çizgisinden de uzaklaştırılmadan daha ‘insan’ bir eski usül ajan olarak baştan yorumlanan bu ikibinlerin ilk Bond filmi, tüm dünyada büyük ilgi ve sevgiyle karşılandı. 
"Casino Royale"e kadarki eski Bond filmlerinde bu kadar duygusal bir sahneye rastlamak zordu... 
Daniel Craig’in fiziğinde hayat bulan ‘yeni’ Bond, iyi yazılmış bir senaryo ve Martin Campbell’ın başarılı yönetimiyle dikkat çekiciydi. Derinlikli olay örgüsü, dişileştirilen M’iyle karikatür boyutundan uzaklaştırılan Q’su ve bazen bayağılaşma sınırlarında dolaşan çapkınlık seanslarının uzağındaki Bond’un kişisel dünyasına da alıştığımızdan fazla yer veren ve aksiyona da doyuran film hedefi onikiden vurmuştu. Tam da bittiği yerden başlayan Marc Forster’ın “Quantum of Solace”ı önceki film kadar başarılı değildi belki ama yeni Bond’un cilasını parlatan bir yapımdı.
“Skyfall” aynı çizgiyi sürdürse de, son Bond filmi olmadığını çok net bir şekilde söylüyor olmasına rağmen, öyle bir ‘son film’ duygusu yaratıyor ki üç filmdir başka türlü bir seyir keyfi aldığımız bu ‘yeni Bond’a sanki veda etmek zorunda kalıyor gibi hissediyoruz bittiğinde.
Ve Sirkeci'deki James Bond...
Öncelikle haftalarca İstanbul ve Adana’nın trafiklerini felç edilerek çekildiği sahnelerin “Takip: İstanbul” (Taken 2) fiyaskosundan katbe kat iyi olduğunu belirtmekte fayda var. Her ne kadar Adana caddelerini de İstanbul gibi göstermeye çalışırken trafikteki arabaların 01 plakaları gözardı edilmiş olsa da bu sadece dikkatli Türklerin gözüne takılan detaylar olacaktır. Bond’un da dillendirdiği gibi artık ‘cesur bir yeni dünya’ vardır. Teknolojiden güç alan, insanların oturdukları yerlerde sadece internet sayesinde bile dünyanın tüm dengesini bozacak aktivitelerde bulunabildikleri bir dünyadır bu. Düşmanların gölgelerde saklandıkları bir dünyada James Bond gibi eski usül ajanların işlevlerinin tartışmaya açıldığı bir yeni dünya düzeni... Gençleştirilmiş Q bile artık bütün o cafcaflı teknolojik oyuncaklarla uğraşmıyor. Ama buna karşılık Bond’a verdiği sinyal verici fena halde retro bir alet! M kendisinin yerini dolduracak yeni M’e karşı kendi sistemini ve Bond’u kolluyor. Onu ağır yaralanmasının ardından ‘hasarlı’ yeniden doğuşunu onaylayarak, MI6’yı tehdit eden bir ‘eski oğul/yeni düşman’a karşı savaşması için cephenin önüne sürmekten geri kalmıyor yine de. Yani Bond’un yeni macerası, TV’de yayınlanan her ajan/polis dizisinin birkaç bölümünde işlenen klişe bir hikaye: Eski bir oyuncu oyun sahasına düşman olarak geri döner. 
Küçük aksiyon filmi klişeleri bu iyi yapılmış ‘yeni çağ’ aksiyonlarına yakışmıyor... Maalesef birkaç tanesi “Skyfall”da da var... Mesela bu sahnede hızla giden bir trenin üstünde kavga eden iki adam var. Kısa bir süre sonra kötü adam tam orada boşta bir zincir bulacak ve Bond's onunla vurmaya başlayacak!
Ama bu klişe hikaye Sam Mendes’e farklı bir şey yapma alanı da açıyor.. James Bond’u derinlemesine inceleme fırsatı veriyor... M’nin emri altında çalışmış Silva teşkilat tarafından bir görev sırasında ölüme terkedildikten sonra güç toplayarak geri dönmüş, tehlikeli bir terörist olmuş ve şimdi intikam istiyordur. Bond’un karanlık tarafa geçeni, hatta onun eşcinsel bir suretidir kendisi! Bond’un Silva ile ilk karşı karşıya kaldıkları sahne ise “Skyfall”un kuşkusuz en güçlü sahnesi... Hatta bütün filmi bu sahne için çekmişler demek bile mümkün neredeyse...
Çünkü Silva, Bond’u kendi kendisiyle hesaplaştırıyor. Tabi ki bir Hollywood stüdyosunun elverebildiği ölçüde... Javier Bardem’in olağanüstü bir performansla can verdiği Silva, Bond’a kur yaparak, cinsel bir imada bulunmak amacıyla “Herşeyin bir ilki vardır. Ne dersin?” teklifinde bulunuyor. Bond’un cevabı beklenmedik: “İlk olduğu ne malum?!”... Her ne kadar basit bir olay örgüsüne sahip olsa da, hiçbir Bond filminin girmeye cesaret edemediği sulara ufak ufak girebiliyor film... M’nin ne derece koruyucu/kollayıcı olduğu tartışmalı ‘anne’liği, Bond’un yetimliği ve babaevinin patlatılmasıyla geçmişe çekilen  süngerle son buluyor “Skyfall”. Bunlar eskiden izlediğimiz Bond filmlerinde görmeye alışık olmadığımız detaylar kuşkusuz.   
Bütün film bu sahneyi bekliyor sanki...
Ama gelin görün ki Bond’un babaevine dönüşüyle simgelenen eski Bond filmlerine dönüş finali biraz can da sıkıyor. Dişi M’nin yerini Bond’la yarı ciddi bir dalaşmaya girecek yeni bir erkek M’ye bırakması, Bond’la sürekli kurlaşacak Moneypenny’nin görevine başlaması, eski Bond müziğinin tam da o versiyonuyla çalınıyor olması bundan sonra izleyeceğimiz Bond filmlerinin tonunun “Casino Royale”den başlayarak üç filmdir süren tondan giderek uzaklaşacağını ve eski Bond’lara daha çok yaklaşacağını haberliyor sanki.   

EKSTRA SEÇENEK:
"Skyfall" dahil birçok Bond filminin jeneriklerini tasarlayan Daniel Kleinman konuyla ilgili "incelikler"i anlatıyor: 


3 Kasım 2012 Cumartesi

Bazı kızlar Bond için doğarlar: BOND KIZLARI



Onlar başka türlü kadınlardır... Güzel oldukları kadar zeki ve sofistikedirler... Kimi zaman dişli bir düşman ama bazen de uyumlu birer kedi yavrusu... Onlar hem güvenilmez hem de uzak durulamaz kadınlardır... Onlar Bond kızlarıdır... 

1967 yapımı John Huston filmi “Casino Royale”in bir sahnesinde, 60’ların orijinal James Bond’u Sean Connery’ye göre hayli farklı bir yorumla “Sir” James Bond’u canlandıran David Niven dayanamayıp şu cümleyi söyler: “Gizli Ajan tamlamasının ‘seks manyağı’ ile eşanlamlı tutuluyor olması can sıkıcı...”
Ama bize hep öyle gösterilmedi mi, okuduğumuz kitaplarda ve izlediğimiz filmlerde? Ajanlık dünyanın en seksi mesleklerinden biriydi hep. Gizli bir kimlikle bir bukelamun misali ortama uyum sağlayan bu gizemli erkeklerin etrafı her daim kadınlarla dolu olmuştur. Yani bu mesleğin cinsel cazibesi, aslında ilk kez James Bond’la ortaya konmuş bir mesele değildir...
Ama Bond kitaplarının yazarı Ian Fleming bu meseleyi diğer yazarlara göre çok daha ciddiye almış, orası kesin. Fleming’in kitaplarında James Bond’un etrafındaki kızların çoğu tabiri caizse yüksek tahsilli olup zeki profilli, seksi kızlardır. Muhtemel yaşları 20-30 arası, nadiren de 30 üstüdür... Ya çok güçlü ve oyunbaz karakterler olarak çıkarlar Bond’un karşısına ya da yakın oldukları adamlar tarafından fiziksel veya ruhen hırpalanmış, mağrur ama desteğe ihtiyacı olan kadınlar olarak... Fleming her Bond macerasına bir ya da iki güzel kadın sıkıştırmıştır. Fleming’in Bond’a yakıştırdığı kızlar görkemli bir güzellikten ziyade Bond’daki ‘sofistike cazibe’nin dişi karşılığı olarak karşımıza çıkarlar. 
2006 yapımı "Casino Royale"nin bu kadar çok sevilmesinde Bond'u en derinden etkileyen Bond kızı Vesper Lynd'i canlandıran Eva Green'in de ciddi bir payı vardır...
Fleming’in yarattığı ilk Bond kızı “Casino Royale” romanındaki Vesper Lynd’dir. Bond’un en büyük aşkı; kadınlara karşı tavırlarındaki büyük güvensizliği Bond’a miras bırakan zeki kadın... Fleming romanında Lynd’in karanlık ve fırtınalı bir gecede doğduğunu, ailesinin ona Latince ‘akşam’ anlamına gelen Vesper adını ‘fısıldadıklarını’ yazar. Bond, Vesper ile öyle güçlü bir aşk yaşar ki erken emekli olup onunla evlenmeyi planlar. Ama MI6’nın içindeki köstebek olduğu ortaya çıkan Vesper’ın trajik sonu Bond’da derin bir yara açar. Kadınlara olan güveni artık temelden sarsılmıştır. Biz bu hikayeyi aslına sadık olarak ancak 21. Bond filminde  izleyebildik... 
Bond kızları görünür görünmez James Bond’a ait olduklarını belli ederler. Genellikle ilk göründükleri sahnelerde gece kıyafetleriyle çıkarlar Bond’un karşısına... En çok da bir davet sırasında... “Dr. No”da Ursula Andress’in çıkışı ise içlerinde en sıra dışı Bond kızı girişidir... 1962 yılı yapımı filmde Andress’in beyaz bikinisi ve belindeki uzun bıçağıyla denizden çıkıp Bond’un karşısına dikilmesi sadece Bond filmlerinin değil, sinema tarihinin de en ikonik sahnelerinden biri olur. Dönemin aynı kulvardaki filmleri içindeki kadın profillerinden farklı bir kimliktedir Honey Ryder. Güçlü, tehditkar, iddialı ve atletik bir kadındır...
Yönetmen John Huston, 1967’de Fleming’in ilk Bond romanı “Casino Royale”yi perdeye bir ajan komedisi olarak yorumlarken Andress’i Vesper Lynd rolünde oynatmıştı. Oysa İsveçli aktris Andress’in hayat verdiği Honey Ryder, Fleming’in ilk Bond kızı değildir ama beyazperdenin ‘resmi’ ilk Bond kızıdır... Ve onun denizden çıktığı o ünlü sahnesi yıllar sonra başka bir Bond filminde (Başka Gün Öl, Die Another Day) Halle Berry tarafından taklit de edilecektir...   
"Başka Gün Öl"den (Die Another Day) "Dr. No"ya selamlar... Bikini üstlerinin yıllar içindeki evrimini de bu iki fotoğraftan çıkartmanız mümkün...!
Honey Ryder adının seks çağrışımlı oluşu (‘bal kupası’ demek) tabi ki Bond kızlarının başka bir özelliğine daha işaret eder. Bond kızlarının erotik çağrışımlı isimleri veya lakapları kadın araştırmacı ve yazarlar tarafından ‘fazla’ seksist ve şoven bulunmuştur ki pek de haksız sayılmazlar. Mesela “Altınparmak”da (Goldfinger) James Bond’dan daha büyük yaştaki (romanda lezbiyen olarak belirtilmesine rağmen filmde böyle bir vurgu yok) Pussy Galore (Honor Blackman) en tuhaf isimli Bond kızıdır... İngilizcede ‘kedi’nin bir diğer adı olan ‘pussy’ aynı zamanda argoda ‘vajina’ anlamına da gelmekte, ‘Galore’ ise ‘bolluk’ anlamında kullanılmaktadır.. Bond tanıştıkları sahnede Pussy’nin ismini ilk duyduğunda boşuna “Rüyada olmalıyım” demez!
Holly Goodhead (Moonraker), Kissy Suzuki (You Only Live Twice), Bambi (Diamonds Are Forever), Mary Goodnight ve Chew Mee (The Man with the Golden Gun), Xenia Onatopp (Goldeneye) ve Strawberry Fields (Quantum of Solace) isimlerindeki kinayeyi James Bond’a sunan güzel kadınlar oldular hep... 
Kim Basinger da telif konusundaki bir anlaşmazlık sonucu resmi Bond filmleri arasında sayılamayan "İnsan Gibi Yaşa" (Never Say Never Again) filminin Bond kızıydı...
İki filmde de aynı aktris tarafından canlandırılan tek Bond kızı “Dr. No” ve “Rusya’dan Sevgilerle’ (From Russia With Love) filmlerinde görünen Sylvia Trench oldu. Ama sonraki yıllarda onu oynayan Eunice Gayson adlı aktrisin esamisi bile okunmadı... Aslında Bond kızı olmak, onları canlandıran pek çok yeni ve genç aktris için boşa çıkan bir fırsat oldu çoğu zaman. “Skyfall” dahil irili ufaklı sahne süreleriyle yer alan 80-85 civarı Bond kızından çok azı Bond filmini bir sıçrama tahtası olarak kullanabildi. Bunların en barizi, resmi olarak Bond filmleri arasında gösterilmeyen “İnsan Gibi Yaşa”da (Never Say Never Again) Sean Connery’e Bond kızı olarak eşlik eden Kim Basinger’dı. Ayrıca “Altın Göz”de (Goldeneye), sert ve nemfomanyak bir karakterle izlediğimiz Famke Janssen’e ve tabi ki 2006 model “Casino Royale”de sadece Bond’un değil tüm Bondseverlerin gönlünde taht kuran ‘yeni Vesper’ Eva Green’e de yaradı Bond kızı olmak...  
Bond kızı olmak, onları oynayan kimi popüler aktrislerde de ters etki yarattığı olmuştur ama yine de bizde ‘Tatlı-Sert” olarak bilinen The Avengers dizisinin yıldızı Diana Rigg’i (Majestelerinin Hizmetinde, On Her Majesty's Secret Service); sonrasında özellikle televizyon dünyasının yıldızlarından olan Jane Seymour’u (Yaşamak İçin Öldür, Live and Let Die); Roger Moore’un James Bond’unun dişi sineği kaçırmadığını düşündüren seçimi Grace Jones’u (Bir Cinayete Bakış, A View to a Kill); tipik Amerikan kızı görünümünde güzelliğinin zirvesindeki Denise Richards ile Fransız sinemasının hüzünlü güzeli Sophie Marceau’yu (Dünya Yetmez, The World is not Enough); Malezya kökenli aksiyon yıldızı Michelle Yeoh ile ‘Umutsuz Ev Kadını’ olmadan yıllar önce TV’de Superman’in sevgilisi olarak izlediğimiz Teri Hatcher (Yarın Asla Ölmez, Tomorrow Never Dies) ve Bond kızı olarak çekimleri sürdürürken Oscar kazanan Halle Berry’i ve Ukraynalı güzel oyuncu Olga Kurylenko'yu (Quantum of Solace) Bond filmlerinde izlemek keyif verici olmuştur... 
"Quantum of Solace"nin intikam isteyen canı yanmış Bond kızı Olga Kurylenko, olanca seksiliğine rağmen karakteri gereği bunu hiç öne çıkar(a)mayan bir Bond kızı olmuştu...
Ama en ilginç olanı, bütün bu isimlerin dışında Bond kızı dendiğinde ilk akla gelen figürlerden birinin “Goldfinger” filminin henüz başlarında tanışıp vedalaştığımız Jill Masterson’ın (Shirley Eaton) olması. Jill, Bond’la olduktan sonra patronu Goldfinger’ın adamları tarafından baştan aşağı altına boyanmak suretiyle öldürülür. Shirley Eaton’ın altına boyanmış çıplak vücudu “Goldfinger” filminin bütün afişlerini süslediği gibi Bond kızlarının en bariz imajlarından birini oluşturur. Ama Eaton yakaladığı bu şöhreti sürdürmek istemez ve film kariyerini erkenden bitirir... 
"Goldfinger"ın zavallı Bond kızı Jill Masterson (Shirley Eaton) James Bond külliyatının en hazin ölümlerinden biriyle akıllarımızda yer etmiştir...
Not: Bu yazım Milliyet Sanat dergisinin Kasım 2012 tarihli sayısında da yayımlanmıştır...