Eleştirmenin Not Defteri

Liam Neeson etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Liam Neeson etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ekim 2012 Pazar

Film eleştirisi: TAKİP:İSTANBUL



2008’de karşımıza gelen, Luc Besson’un bir sıkımlık yeni yetme fantezilerinden oluşturup yapımcılığını üstlendiği “96 Saat” (Taken), sevilen ve güven veren oyuncu (böyle bir tanım var artık, evet!)  Liam Neeson sayesinde beklenmedik, yoğun bir ilgiye mazhar oldu. CIA ajanı Mills’in fuhuş ticareti yapanlarca kaçırılan kızını bulabilmek için apar topar Paris’e iniverip şakır şukur adam öldürmesi pek bir sevildi.
4 yıl sonra gelen bu devam filminde ise Mills bu sefer ailecek kaçırılıyor! Üstelik İstanbul’da... Ama hemen sinirlenmeyin, kaçıranlar Türk değil Arnavut... İlk filmde ölen kötü adamlar da Arnavut’tu zaten, bunlar da onların akrabaları. Üçüncü filmde de bu filmde ölen Arnavutların kalan akrabaları –kalmışsa tabi- başka bir ülkede Mills’in kızını üçüncü kez kaçırırlar, olur size “Taken 3”. Bu arada sürüyle adam bir tanecik CIA ajanını dize getiremeyip iki filmdir telef oluyorlar orası ayrı... (çoğunlukla da öyle değil midir zaten?!) 
“Takip: İstanbul”un yüzde 80 gibi bir oranı İstanbul’da, hatta ne İstanbul’u Eminönü’nde geçiyor. Tabi biz bütün filmin Eminönü’nde geçtiğini Türk olmamız dolayısıyla net anlıyoruz. Yabancılar için bu filmden sonra İstanbul’un tamamı Eminönü, Tahtakale, Mahmutpaşa gibi... Mills İstanbul’a bize ne olduğu belirtilmeyen bir iş için gelirken eski karısı ve kızına da ‘işim bitince bana katılın’ teklifi yapar. Anne kız da bu kaçırılma fırsatını kaçırmak istemezler ve geliverirler bu yaban ellere! Kötü desenli yün kazaklarından hemen tanıyabileceğiniz Arnavutlar için büyük bir fırsattır bu. İki tane gümrük memurunun tahta bir kulübeyle beklediği ve bir patikada konuşlanmış bir sınır kapısından Türkiye’ye giriverirler!
Aaa arkada Türkçe yazı var!! Eskiden böyle tepkiler verirdik heyecanla!
Bu arada baba Mills kızıyla bir vapur gezisinde İstanbul’un Asya ve Avrupa’yı nasıl da birbirine bağladığını anlatıyordur. Daha da anlatacaktır ama fırsat kalmaz işte, ertesi gün karı-koca kaçırılırlar. Mills kaçırıldığı kamyonetin arkasında elleri gözleri bağlıyken İstanbul’un seslerini dinleyip (ezan, vapur, demirciler, kemençe çalan yaşlı adam! vs...) saniyeleri sayar ki gittikleri yeri bir daha bulabilmek için kolaylık olsun. Tutsakken, kızının da kaçırılmasına botunda taşıdığı küçük cep telefonuyla engel olur! Kızına odasındaki bavuldan birkaç el bombası alıp onları çatılardan atlaya zıplaya sağa sola fırlatarak kendi tutulduğu yere gelmesi direktifini verir... Kız da maşallah, güpegündüz babasının “bir tane daha at” dediği her yerde sallar bombaları. Aşağıda kime ne olmuş önemli değil, önemli olan Amerikalı ajanın ve ailesinin başına bir şey gelmesin...!
Daha sonra bu müthiş organize kaçış sahnesi çakma bir Bourne etkisi yaratmayı amaçlayan araba takip sahneleriyle sürüyor. Polis arabaları 80’lerin Tofaş arabaları (ama kahramanlarımızın kaçtığı araba Mersedes taksi!) ve kahramanlarımızın sonunda ulaştığı Amerikan konsolosluğu ise sanki savaş zamanı Bağdat’taki Amerikan karakolu! Kamuflaj kıyafetli donanma piyadeleri, kapıda siper olmuş otomatik tüfeklerle teyakkuzdalar!
Filmde görülen neredeyse bütün kadınlar kara çarşaflı, erkekler ise -kötü ve pis Arnavutlar gibi!- kapkara adamlar. 
Ezel ve dayı da hep buralarda dolaşıyorlardı...!
Bütün İstanbul’u Sultanahmet camisinden ibaret gösterip, Kapalıçarşı’nın çatısını ve etrafını Rio’nun varoş mahalleleri gibi kurmak... Bir kısım yabancı sinemacının İstanbul’u böyle görmekteki ısrarını silebilmemiz pek mümkün değil artık sanırız. Yeni Bond filmi “Skyfall”un ekibinin de Eminönü ve Kapalıçarşı’ya kümelenmesinden pek farklı İstanbul görüntülerinin çıkmayacağını düşünebilirsiniz rahatça. Haydi hepsini otantik gördükleri için yaptıklarını düşünebilirdik -belki-. Ama finalde Kaliforniya’nın Malibu sahillerinde sörfçü kızlar, dondurma ve günbatımıyla dolu “ay neydi orası öyle, iyi ki döndük cennetimize vallahi” tadındaki finali iyice tuz biber ekiyor bütün bu olan bitene... 
Bütün bu izlediklerimizi kızgın bir milliyetçilik gözlüğüyle değerlendirmemek de lazım. Nitekim Türkiye'yi ısrarla böyle görmek isteyen gözlere artık alıştık. Ülkenin bir kısmının böyle bakanların gördüğü gibi olduğunu da kabul etmek lazım. Ama bunun da bir sınırı olmalı. Ülkeler işin içine girince biraz daha dikkatli olunmalı... Özellikle de "islamofobi"nin tüm dünyayı sardığı bir zamanda, Türkiye gibi hassas dengedeki bir ülkeyi o çerçevenin içine sokmak ya da sokar gibi yapmak yanlış bir seçim...! Türkiye'de bizim de çok istemediğimiz yanlış işler, yanlış görüntüler var tabi ki... Ama Amerikan konsoslosluğunun önünde her an ateş etmeye hazır, siper almış donanma askerleri yok! Çatılarda sağa sola bomba atarak babasını arayan kıza birileri "kızım sen napıyorsun?" diye sorar herhalde (aslında her ülke için geçerli değil mi bu?)... 
Madem buralara kadar gelmiş, Liam Neeson'a sorsalardı keşke klasik soruyu: Atatürk'ü oynamak ister miymiş?
Hani film bir parça iyi olsa, bir noktadan sonra bütün bunları biraz olsun görmekten gelip, filmin hakkını teslim etmek istersiniz. Nitekim "Geceyarısı Ekspresi" (Midnight Express, 1978) olanca yanlı ve düşmanca bakışına rağmen ritmi yüksek, iyi çekilmiş bir hapishane gerilimidir... Ama "Takip: İstanbul" aksiyon filmi olarak da neresinden tutsanız elinizde kalan bir film..!   

24 Nisan 2012 Salı

Film eleştirisi: BATTLESHIP


"İyi ki Hollywood'dasın, bak sokaklarda sürterken hemen subay oldun, gözlükleri taktın, mis gibi bir sarışın hatun olarak beni de tavladın... Bir de dünyayı kurtardın mı tamamdır..."
Hollywood’un sağcı damarından çıkan bu ‘gürültü bombaları’, onyıllardır bir sinema filminden çok, bir reklam ajansından çıkmış uzun reklam filmleri gibiler... İki saat civarındaki süreleri içinde bakın neleri başarıyorlar:
  1. Amerikalı gençlerin Amerikan ordusuyla arasında fiyakalı bir köprü kuruyorlar. Orduya katılırsan şık bir üniforma, güzel bir kız ve macera dolu günler seni bekler. Bir bakmışsın ki kahraman olmuşsun... Ordu disiplini mi? Yok canım, herkes ‘enseye tokat’ icabında...
  2. Silahlanma bazen iyidir. Olur da beklenmedik bir dış tehdit olursa bütün o ellerinde pankartlarla sokaklarda barış isteyen insanları bile kim koruyacak? Dolayısıyla bütün o ağır silahlar bir gün işe yarayabilir...
  3. Bir kutu oyununu bile film yapsak; içine bir pop yıldızı, fiyakalı görsel efektler, iri göğüslü bir sarışın, yakışıklı oğlanlar, gaza getiren ritm ve sözlere sahip rock şarkıları koyduk mu sinemaya en çok giden kitleyi yani ergenleri ya da ergen kalanları kapmış oluruz. Hikaye mi? Hiç gerek yok, olması gerekenleri saydık ya..!
En baştan söyleyeyim; “Battleship” benim “Recep İvedik” eleştirilerimde hep söylediğim şeyi yapan ve bu yüzden beni rahatsız eden bir film... “Recep İvedik” filmleri, ana karakterinin olanca cehaletine rağmen onu böyle kabul edip, cehaletinden güç alarak yaptığı bütün kabalıkları (tiyatrocuları dövmesi, üniversite hocasını rezil etmesi vs...) hoş görmemizi istiyor bizden. Biz de hoşgördükçe yaratıcılıktan yoksun bu ve benzeri filmler gişelerde güzel paralar kazanıyorlar! Son zamanlarda Hollywood’dan gelen büyük bütçeli filmlerdeki genç erkeklere bir bakınca yeni rol modeller için endişe duyuyor insan... Bu kadar mı boş insanlar bu yeni film kahramanları! Bunlar hep "Alacakaranlık" filmlerini seven çocuklar yüzünden oluyor, ben söyleyeyim..
“Battleship”in ana kahramanı Alex Hopper hiçbir işte dikiş tutturamayan aylak bir genç adam en başta. Donanmada iyi bir gelecek vaat eden ağabeyinin tüm düzeltme çabalarına rağmen düzelecek gibi değil. Ama o kadar sevimli bir aylaktır ki (!) hoşlandığı kız gecenin bir saatinde tavuk dürüm yemek istedi diye bir markete tavanından girip hırsızlık yapmayı ve polise yakalanmayı göze alıyor! Bu sahneler tam Levi’s reklamı...! 
Sonra bir bakıyoruz ki ağabeyini dinlemiş ve Amerikan donanmasında az zamanda büyük işler başarıp teğmen oluvermiş! Bu kadar aylak ve konuşma tarzıyla da ne kadar ‘boş’ olduğunu her daim belli eden kahramanımız yeri geldiğinde Homeros’dan ve Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı” eserinden alıntılar yapmasın mı?! 
Rihanna'dan Michelle Rodriguez yaratmaya çalışmışlar... Bu kız "sen de gel benim şemsiyemin altına" diyerek 'iye-iye-aye-şemsiye'yle (!) dans etmiyor muydu daha önce?
Ama Amiral (Liam Neeson) kızıyla fingirdeşen bu “sempatik” teğmenin potansiyelini harcamasına çok üzülüyor! Tam da Pearl Harbor açıklarında Japon donanmasıyla ortaklaşa gerçekleştirilecek deniz tatbikatı sırasında birtakım küçük aylaklıklar yapmaya devam ediyor. Araya uzaylılar girmese Alex’i potansiyel filan dinlemeyip kovacaklar, bütün ordu rahat edecek... Neyse ki uzaylılar Alex’in imdadına yetişiyorlar.
Bu arada yeni keşfedilen bu gezegene bizim radarlardan bir mesaj gönderiliyor. Sapsarı bir lazer eşliğinde “vıjjj” diye üstelik! O mesajda da artık ne varsa bunlar yüksek teknolojili gemileriyle Pearl Harbor’a iniveriyorlar. En küçük rütbeli askerinden, TV muhabirine kadar bütün Amerikalılar önce Çin’den şüpheleniyorlar. Malum, yeni paranoyamız bir sürü küçük adamın ve komünistin içinde yaşadığı o büyük ülke... Yetkililer bakana bilgi verirken yaşadıkları şaşkınlığı bir türlü gizleyemiyorlar: “Sadece bize değil her yerde bir şeyler oluyor, Almanya, Fransa hatta Iowa’da bile”... Adam kendi ülkesindeki küçük taşra eyaletini Almanya ve Fransa’yla bir tutuyor!
Böyle filmlerde görmeye çok alıştığımız genç, gözlüklü ve ebedi yalnız olduğu aşikar bir bilimadamı, bütün filmi daha baştan tahmin ediyor: “Uzaylılar gelecek ve onlar kovboy biz kızılderililer olacağız.” Olur da bu komplike filmi anlayamazsanız diye size açıklamasını yapıyor. Filmin bir yerinde daha aynı karakterin yine aynı nedenle bir açıklaması daha var. Uzaylılar gezegenleriyle iletişime geçip ‘süvarileri’ çağırmak için donanmanın uydularını kullanmak istiyorlar. Bizim bilimadamı espriyle açıklıyor durumu: “Ne yani E.T. evine telefon mu açmaya çalışıyor?”
Evet, iyi ki hatırlattın... Eskiden “E.T.” yapardınız, şimdi onları öldürmek için Playstation oynamak dışında bir kültürleri olmayan gençleri teğmen yapıyorsunuz. 
Böyle uzaylı mı olur ya? "Iron Man" hayranları bunlar herhalde...
II. Dünya Savaşı’nda önemli rol oynayan USS Missouri gemisinin ve emekli mürettebatının savaşa dahil olması ise kimbilir bu filmi yapanları ne kadar duygulandırmıştır! Belli ki o sahnede bütün dengeler ve mantıklar altüst olmuş. Olmuş ki, Missouri’ye patinaj yaptırarak düşmana roketi 90’dan takan Alex’i izledik biz. Böyle bir sahne çekmenin başka bir açıklaması olamaz! Çünkü yıllardır çalışmayan ve müze olarak kullanılan bir gemiyi, nerden buldukları belli olmayan eski teknolojili cephanelerle ve yakıtla doldurup, otoparktan yürütülen araba gibi limandan çıkarıp bir de o hareketi yaptırmak bu kimlikte bir film için bile fazla. Bu arada filmin bir yerinde uyarlandığı “Amiral Battı” oyununu da oynuyorlar uzaylılarla. Yani Hasbro’nun da hakkını veriyorlar iki arada bir derede...
En son yine hiçbir derde derman olamayan fantastik macera “John Carter”da izlediğimiz Taylor Kitsch yine boş bir karakterle karşımıza çıkarken filmde “Transformers”daki Megan Fox işlevini gören Brooklyn Decker da var. Liam Neeson’ı ise “Gri Kurt” (The Grey) gibi sağlam bir filmin ardından böyle bir filmde görmek, acı veriyor...
Oyunculuktan gelme yönetmen Peter Berg de meğer ne meraklıymış borazan olmaya! “Dünya İstilası: Los Angeles Savaşı” (Battle Los Angeles) bile bu kadar boş bir propaganda filmi değildi açıkçası...
Peki şimdi ne olacak? Yakında “Monopoly”i de filme çekerler mi? Valla böyle giderse çekerler...  
"Amiral Battı" kutu oyunundan film yaparlarsa "yoyo" oyuncaklardan da bomba yaparlar tabi...!

23 Mart 2012 Cuma

Film eleştirisi: GRİ KURT (THE GREY)


"Gri Kurt” en başta vahşi doğada sıkışıp kalmış bir avuç adamın hayatta kalma mücadelesi gibi basmakalıp bir cümleyle tarif edilebilecek bir hikayeye sahip. Ancak işte yönetmenlik becerisi ya da içgüdüsü dediğimiz şey kendisini böyle bir basit cümleden büyük bir fikre varırken gösteriyor...
Alaska’da petrol rafinerisi işçilerini zaman zaman karşılarına çıkan kurtlardan koruyan keskin nişancı Ottway, yönetmen Joe Carnahan’ın şimdiye dek yarattığı en melankolik erkek karakter.
Ottway kaybettiği karısını çok özlüyor çünkü onu kaybetmesiyle hayata ve dünyaya karşı hissettiği iyi ‘duygu’ları da kaybetmiş... Ottway elinde dürbünlü tüfeği ve karısına hiç veremeyeceği mektubuyla intiharın sınırlarında dolaşan, hayatını giderek daha ‘değersiz’ görmeye başlayan bir ruh haline sahiptir artık. Bir gün bütün bu anlamsızlığın ortasında yok olup gitmeye karar verecek ve tetiği çekecek muhtemelen.... Ama doğanın/hayatın ona başka bir sürprizi vardır...  
Kazazedelerin hepsi birer ‘karakter’, hiçbiri ‘tip’ değil.
Eve dönüş yolunda bir grup rafineri işçisiyle aynı uçakta olan Ottway’in, uçağın yoğun kar fırtınası sonucu düşmesiyle Araf’taki macerası da başlamıştır... Adeta zamanın durduğu, soğuğun iyiden iyiye bastırdığı bu el değmemiş diyarların ev sahibi olan vahşi kurtların topraklarında yarım düzine adam hayatları için kazanmalarının çok zor olduğu bir mücadele içine girerler...
Ekipte her benzeri 'survivor' hikayesinde olduğu gibi 'fazla' küstah biri vardır. Ama buradaki küstah kişinin yani Diaz’ın neden böyle bir adam olduğunun bir sebebi var... Çünkü felaket filmlerinde böyle adamlar genelde sebepsiz yere işi yokuşa süren, hikayenin bir yerinde yaptıkları bir hareketle ekibi zor durumlara sokan bir ‘araç’ görevi görür. Diaz’ın korkusunu ancak böyle örtülemeye, ötelemeye çalıştığını görüyoruz bu sefer. Herkes hayatta kalmak için kendi hayatlarının bir ‘değer’ine tutunmaya ve ondan güç almaya çalışıyor. Bir tanesi kızına tutunuyor mesela. Kızının sabahları gelip uzun saçlarını onun yüzünde dolaştırarak uyandırması, etrafı kurtlarla çevrilmiş adamlardan biri için yaşama bağlayıcı bir ‘neden’ oluyor. Hepsinin, Diaz hariç, bekleyenleri, sevdikleri var... O sert, küfürbaz, kavgacı erkeklikler ölümün kokusuyla birer birer dağılıyorlar... Hatalarıyla, korkularıyla ve hep ittikleri, baskıladıkları duygusallıklarıyla yüzleşiyorlar. Diaz içlerinde buna karşı en çok direnenleri... Ama o bile sonunda çözülüveriyor...
İnsanın hayatta kalmak için ne olursa olsun önce kendini yenmesi gerektiğini en çok öğrenen ise insanlardan ümidini çoktan kesmiş olan Ottway oluyor. Carnahan onu siyah/beyaz bir cehennemin içinde gösteriyor sanki en başta... Ayyaşların, eski suçluların kelimenin tam anlamıyla 'dağıttığı', florasan ışığı altında soluklaştırılmış  pis ve keşmekeş bir kantinde çevresiyle ilgilenmeyen, karısını düşünen yalnız bir adamın melankolisiyle açıyor filmini... Elinde uzun namluluğu tüfeği... Aslında ev sahipleri olan kurtları avlayan, silaha yani güce sahip olsa bile bütün bunlardan bezmiş bir adam... Her şeyi bırakmak ve cennete gitmek istiyor...
Carnahan silahlı erkek kahramanının silahla olan ilişkisini uçak düşer düşmez kesiveriyor. Artık silah bir demir parçasıdır sadece... Çünkü artık Araf’ta kalanlar kendi silahlarını yeniden keşfetmek zorundalar.
Ottway her korktuğunda karısının anısına sığınıyor. Zaman zaman gökyüzüne bakıp Tanrı’yı arıyor... İçlerinde düşmanı en iyi tanıyan o olmasına rağmen aslında kendi korkusuyla da en çok yüzleşen o oluyor. Bir türlü sağlam bir ilişki kuramamış olsa da babasını hatırlıyor Ottway sona yaklaştıkça. Küçük bir çocukken babasıyla geçirdiği nadir sıcak zamanları ve babasının eski evlerinin duvarına küçücük bir çerçeveyle astığı o küçük şiirini hatırlıyor sürekli...
“Savaşın ortasındasın bir kez daha...
Bildiğim son sıkı kavganın içinde...
Bugün yaşarsın ve ölürsün
İşte bugün yaşarsın ve ölürsün...” 
İnsanı "erkek" olmaya zorlayan bir dörtlük gibi sanki değil mi?
Ottway'in cennete doğru çıktığı yolculukta,
karısı ona 'melek' olarak eşlik etmektedir aslında... 
Filmin bütün “erkek” kahramanları yolculuklarını kendileriyle yüzleşerek tamamlıyorlar. Ottway’in anılarında giderek çocukluğuna, babasıyla geçirdiği o öğleden sonraya dönmesi ise filmin asıl duygusunun  doruğa çıktı an. Çünkü Ottway kendi özüne babasına sarıldığı o sahnede ulaşıyor...
Liam Neeson belki de talihsiz bir kazayla kaybettiği karısını düşünerek o melankoliyi çok inanılır bir şekilde bize geçiriyor. Havalı bir ‘felaket filmi lideri’ portresi çizmekten uzak performansıyla seyircinin karşısına oldukça ‘saydam’ bir karakterle çıkıyor. Tanınmaz haldeki Dermot Mulroney ve kadronun diğer oyuncularının da tatminkar performansları filmi sekteye uğratmıyorlar...
Filmin bir çok güzel ‘an’ı var. Mesela cüzdanların toplandığı ve cüzdanların (kimlik) finalde tekrar ortaya çıktıkları o sahne... Uçak kazasının o ana dair en ufak bir detay göstermeden son derece gerçekçi ve nefes nefese bir kurguyla verildiği kaza sahnesi gibi... Bu ve benzer sahneler filmin görsel olduğu kadar duygusal dünyasını da tamamlıyorlar.
Japon görüntü yönetmeni Masanobu Takayanagi’nin karanlık-aydınlık dengesini ustalıkla tutturduğu görüntü çalışmasına, en çok da Ridley Scott’la çalışan Marc Streitenfeld’in etkili müzikleri eşlik ediyor...
O bölgenin asıl sahibi olan kurtlar da bir hiyerarşi ve mantık silsilesiyle hareket etmekteler. Hayatta kalmak için avlanmak zorundalar. Tıpkı kazazedeler gibi,
onların da kendilerine ait paralel giden bir hikayeleri var sanki...
Sadece kamera insanların tarafına bakmayı tercih etmiş gibi...