Eleştirmenin Not Defteri

Türkan Şoray etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkan Şoray etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Temmuz 2012 Pazartesi

AMERİKALI TÜRK FİLMLERİ


"Öldüren Cazibe"nin mesajı yerli versiyonda çok daha "net": Sapık Kadın!
Birçok ülke sinemasının Amerikan filmlerinden etkilendikleri bir dönemi mutlaka vardır. Bu filmlerin çoğu o ülke sineması içinde kendi varolduğu sürecin dışına çıkamamış, ucuz, soluk ve sadece tüketime yönelik filmler olmuşlar. Şüphesiz Türk sinemasının da böyle bir dönemi var.
Adaptasyonlar ya Türkiye’de vizyona çıktığında ilgi gören filmler üzerinden yapılmış ya da yönetmenin yurtdışında gördüğü popüler bir filmden. 1960-1970 yılları arasında ve video piyasasının sinemaya büyük darbe indirip Türk sinemasının seyirci kaybettiği 1980’lerde Amerikan filmi kaynaklı yerli filmlere çokça rastlamak mümkün. Kendi popüler sinemasında bir yenilik arayan Türk sineması zaman zaman kendi imkanlarını bu tip “dış esinlenme”lerle destekleme yoluna gitmişti.     
Böyle bakınca Yeşilçam, Hollywood'dan bile hızlıymış bir zamanlar. Star sisteminin ortaya çıkışıyla yaşanan senaryo problemini  böyle bir uyarlama modasıyla atlatan Yeşilçam, 1961-1974 yılları arasında bunun pek çok örneğini birbiri ardına vermiş, daha sonra giderek azalan ivmeli bir grafik çizmişti. Uyarlanan filmler genelde o dönemler içinde gişede iş yapmış seçkin Amerikan filmleri olmuştu. Bazen de tutulan TV dizileri model olarak alınmıştı. Ancak bu filmlerin Türk toplumuna adapte edilmesi bir takım sorunlar yaratmış ve ortaya ilginç filmler çıkmıştı. Mesela William Wyler'ın “Roma Tatili”ni (Roman Holiday) Süreyya Duru İstanbul'a taşımış (“İstanbul'da Aşk Başkadır”,1961) ; Drakula'yı bile neredeyse Hollywood'la beraber sinemaya uyarlamışız (“Drakula Istanbul”da, Mehmet Muhtar,1953).
"Sokak Kızı Irma" ve "Kırmızı Fener Sokağı"
Hatta 1921 Charles Chaplin yapımı “Yumurcak” (The Kid), Memduh Ün'ün filminde Kemal Sunal eşliğinde “Garip”leşmiş (1986). Aşağı yukarı bilinen tüm Frank Capra filmleri de nasibini almış Yeşilçam'dan: “Mr.Deeds Goes to Town”,Anadolu Çocuğu” olarak, (Osman F. Seden, 1964);  “Bir Gecede Oldu” (It Happened One Night),Halk Çocuğu” olarak, (Memduh Ün, 1964); “A Pocketful of Miracles”, “Elmacı Kadın” (Feyzi Tuna,1971) olarak uyarlanmış Yeşilçam’da.
1964’de Tunç Başaran, Hollywood’un da Japon yönetmen Akira Kurosawa’dan uyarladığı “Yedi Silahşör” (The Magnificent Seven, John Sturges) filmini “10 Korkusuz  Adam” adıyla Kıbrıs'a taşımış ve hızını alamayarak 1965'de de “10 Korkusuz Kadın”ı çekmiş.
"Bazıları Sıcak Sever" ve "Fıstık Gibi Maşallah"
Sonra pek çok uyarlama birbirini takip etmiş: Humphrey Bogart ve Audrey Hepburn'lu klasik komedi “Sabrina” (Howard Hawks) , Ayhan Işık'lı ve Belgin Doruk'lu  “Şoförün Kızı” olmuş  (Ülkü Erakalın,  1965); John Sturges 'in “Professionals”ı,  “Devlerin Intikamı” (Feyzi Tuna,1967); Michael Curtiz'in  “Robin Hood”u “Vatan Kurtaran  Aslan” (Tunç Başaran, 1966); Bir Billy Wilder klasiği olan “Sokak Kızı Irma” (Irma La Douce), “Kırmızı  Fener Sokağı” (Natuk Baytan, 1968) ; Marlon Brando'nun “One Eyed Jack”i, “Dağların Kartalı” (Feyzi Tuna, 1970); Charles Chaplin'in “Şehir Işıkları”sı (City Lighs) Nejat Uygur eşliğinde “Cafer Bey İyi ve Kibar” (Feyzi Tuna, 1971) ; Elia Kazan'ın unutulmaz  “Viva Zapata”sı “Reşo” (Çetin İnanç, 1974); Arthur Penn'in “Bonnie ve Clyde”ı  da  “Cemo ile Cemile” oluvermiş. (1971)
Sonraki yıllarda uysun ya da uymasın “E.T.”yi bile yorumlamaktan çekinmeyen Yeşilçam, bunu hem “Badi” (Zafer Par, 1983) hem de “Homoti” (Müjdat Gezen, 1985) adlı filmlerle gerçekleştirmişti. Öyle ki Yeşilçam, “Superman”e Hollywood'dan bile fazla önem vermiş, tam 6 filmle Superman'ı Türkleştirmiş, İstanbul'a getirmiş, kadınlar arasına sokmuş ve İtalyanlarla sayılarını çoğaltıp olimpiyatlara bile dahil etmiş.
Asıl ilginç olanı bazı uyarlamaların soft porno olarak tasarlanmış olması. Mesela John Landis'in bol kargaşalı kült filmi “Cazcı Kardeşler”i (Blues Brothers) “Sazcı Kardeşler” olmuş (1990’da çekilmiş bu video filmini izleyebilene rastlayamadık henüz). Aynı uygulamayı nedense daha çok dizi uyarlamalarında görüyoruz. Bunun belki de en uç noktası “Zengin ve Yoksul” (Rich Man and Poor Man) adlı dizideki “Falkonetti” isimli kötü adam  karakterinden uyarlanan “Balkonaetti” (1978) adlı film olsa gerek. (Diğer bazı kopyalanan diziler: “Kaygısızlar”, “Tatlı Cadı”, “Uzay Yolu” gibi gösterildiği zamanlarda beğenilen diziler…)
Bizim "Belalılar" da fena değildi canım...
AMERİKAN FİLMLERİ                                            YERLİ VERSİYONLARI
Filmin Künyesi
Oyuncular

Konusu

Filmin Künyesi
Oyuncular
Konusu
“Bazıları Sıcak Sever” (Some Like It Hot) Billy Wilder, 1959
Marilyn Monroe, Tony Curtis, Jack Lemmon
İki işsiz müzisyen bir gangster savaşına tanık olurlar ve izlerini kaybettirmek için bir kızlar orkestrasıyla turneye çıkarlar.
Fıstık Gibi Maaşallah, Hulki Saner, 1964
Türkan Şoray, İzzet Günay, Sadri Alışık
Orijinaliyle arasındaki tek fark, Türkan Şoray’ın esmer olması...
“Belalılar” (The Sting)  George Roy Hill, 1973
Paul Newman, Robert Redford
1930’ların Chicago’sunda iki adam yakın arkadaşlarını öldürten gangsterden intikam alırlar.
Belalılar, Melih Gülgen, 1974
Cüneyt Arkın, Erol Taş
1970’lerin İstanbul’unda kibar bir hırsız, kendisini yetiştiren ustasının öldürülmesi üzerine intikam yemini eder.
“Şeytan” (The Exorcist)  William Friedkin, 1973
Linda Blair, Max Von Sydow
İngiltere’de yaşayan Amerikalı ailenin 12 yaşındaki kızının ruhuna şeytan hakim olur. Onu kurtaracak olanlar iki rahiptir. 
Şeytan, Metin Erksan, 1974
Canan Perver, Cihan Ünal
İstanbul’da yaşayan zengin bir ailenin kızının ruhuna şleytan hakim olur. Onu genç bir doktor ve bir din yazarı kurtarır.
“Bir Yıldız Doğuyor” (A Star is Born) Frank Pierson, 1970
Barbra Streisend, Kris Kristofferson
Tanınmamış bir yeteneğin elinden tutan eski müzisyen onunla evlenir. Ama kadın yükseldikçe aralarındaki ilişki bozulur.
Minik Serçe, Atıf Yılmaz, 1978
Sezen Aksu, Bulut Aras
Düğünlerde şarkı söyleyen Hülya, sevgilisi Orhan sayesinde ünlü olur. Evlenirler. Ama o ünlendikçe kocasıyla arası bozulur.
“Köpekler” (Straw Dogs) Sam Peckinpah, 1971
Dustin Hoffman, Susan George
Bir matematikçi ile güzel karısı, İngiltere’de bir dağ evine giderler. Kadın burada eski sevgilisi ve bir grup serseri tarafından tecavüze uğrar. 
Kadınca, Temel Gürsu, 1984
Banu Alkan,
Ferdi Özbeğen
Ünlü müzisyen ve karısı tatile çıkar. İhmal edilen kadın önce kocasını aldatır sonra da tecavüze uğrar. İnanılmaz sahnelerle dolu bir komedi filmiydi. (!)
“Tootsie”, Sydney Pollack, 1982
Dustin Hoffman, Jessica Lange
Hiçbir yerde iş bulamayan genç adam, kadın kılığına girince hem iş hem de güzel bir sevgili bulur.
Şabaniye, Kartal Tibet, 1984
Kemal Sunal, Çiğdem Tunç
Kan davasından kaçan Şaban, annesi sayesinde kadın kılığına girer ve Şabaniye olur. Aynı zamanda da assolist olur.
“Kırmızılı Kadın” (Woman in Red) Gene Wilder, 1984
Gene Hackman, Kelly Le Brock
Ortahalli bir adamın ortahalli bir çapkınlık macerası.
Aşık Oldum, Ertem Eğilmez, 1985
Şener Şen, Şehnaz Dilan, Nevra Serezli
Fransız orijinali kadar başarılı olan Amerikan yapımı  kare kare uyarlanmış, Şener Şen ve diğer tiyatro kökenli oyuncuların renklendirdiği eğlenceli bir film.
“Postacı Kapıyı İki Kere Çalar” (The Postman Always Ring Twice)  Bob Rafelson, 1980
Jack Nicholson, Jessica Lange
Yaşlı meyhanecinin genç ve güzel karısı, günün birinde oraya gelen yakışıklı bir adamla olup kocasını öldürür.
Sarı Bela, Şahin Gök, 1985
Banu Alkan, Hakan Balamir
Hiçbir fark yok! Hakan Balamir aynı Jack Nicholson. Banu Alkan da aynı Jessica Lange. (!)
“Aşk Hikayesi” (Love Story)  Arthur Hiller, 1970
Ali McGraw, Ryan O’Neal
İki üniversiteli genç: Kız bir kütüphanede çalışır. Erkek buz hokeyi oyuncusudur. Sonu hüsran olacak dillere destan bir aşk yaşarlar.

Aşk Hikayemiz, Orhan Elmas, 1986
Hülya Avşar, Tarık Tarcan
İki üniversiteli genç: Kız bir kütüphanede çalışır. Erkek (Türkiye’de buz hokeyi imkanı pek olmadığından) basketbol oynar. Gerisi aynı...
“Sonsuz Aşk” (Endless Love)  Franco Zeffirelli, 1981
Brooke Shields, Martin Hewitt
Lise öğrencisi iki gencin akılalmaz derecedeki büyük aşkları ve ailelerin karşı çıkması.
Bitmeyen Sevda, Kaya Ererez, 1986
Derya Arbaş, Oğuz Tunç
Zaten sulugöz bir film olan orijinalinden daha da sulusu.
“Aşık Olmak” (Falling in Love) Ulu Grosbard, 1984
Robert De Niro, Meryl Streep
İkisi de evli, bir kadın ve bir erkek arasındaki yasak aşk.
Bir Günah Gibi, Alev Akarar, 1987
Halil Ergün, Zuhal Olcay
Orijinalinden farklı taraf tutuyor olması. (Yönetmenin kadın olmasının büyük etkisi var...)
“Öldüren Cazibe” (Fatal Atraction)  Adrian Lyne, 1988
Michael Douglas, Glenn Close, Anne Archer
Mutlu bir evlilik yaşayan başarılı avukat, bir anlık “içgüdü”sünün esiri olarak bir kaçamak yapar. Ama bedelini ağır öder.
Sapık Kadın, Orhan Elmas, 1988
Tarık Tarcan, Perihan Savaş, Bahar Öztan
Sevişme sahneleri dışında neredeyse aynı...
“Nefes Nefese” (Breathless)  Jim McBride, 1983
Richard Gere, Valerie Kaprinsky
Bir araba hırsızı genç, polisten kaçar ve eski kız arkadaşını bulur. Beraber kaçmaya başlarlar.
Çılgın Aşıklar, Ahmet Hoşsöyler, 1990
Hakan Ural, Serpil Çakmaklı
Bir 'yeniden çevrim'in, yeniden çevrimi... Filmin video kaset kapağında senaryosunun Sibel Can imzalı olduğu yazıyor (!)
“Batı Yakasının Hikayesi” (West Side Story)  Robert Wise, 1961
Natalie Wood, Richard Beymer
Amerikalı çocuklarla Porto Rikolu çocukların çete savaşları arasında doğan masum bir aşk.
Yasak Sokaklar, Kaya Ererez, 1994
Emrah, Seren Serengil
Aslı da zaten bir “Romeo ve Juliet” uyarlaması. Bizdeki versiyonda zengin ve yoksul farkı var.

 Not: Bu yazı 1994 yılında Mehmet Açar'ın yönetimindeki Popüler Sinema Dergisi'nde yayımlanmıştır...

21 Haziran 2012 Perşembe

SARI SAÇLARINDAN SEN SUÇLUSUN!

O günlerden hatırladığım ender anılardandır. O içinden “artist” resmi çıkan cikleti açışım, onun resmini görüşüm... Önce yabancı bir artist sanmıştım. Çok güzeldi ve o çocuk aklımla pek anlayamadığım bir şekilde o kadar tatlı bakıyordu ki… Sonra yanında yazan ismine bakmıştım. İsmi annemin ismiyle aynıydı: Filiz.
Filiz Akın’ı ilk defa o kağıt parçasında görmüştüm işte (sakızın adı neydi? “Minti” mi?) O zamanlar böyle sakız kağıtlarının yan taraflarındaki numaralarla oyunlar oynardık mahalleden arkadaşlarla. Ben hep kaybederdim. Kaybettiklerimi çıkarabilmek için de dünyalar kadar sakız çiğnerdim. Hatta sakızlardan öyle bıkmıştım ki, bir aralar sakızını atar sadece kağıdını saklardım aldıklarımın. Ama o gün ben, ismi annemle aynı olan o güzel kadının resmini, oynayacağım muhtemelen de kaybedeceğim  diğerlerinin arasına koymadım. O güzel sarışın kadının olduğu kağıdı ben hep sakladım. Sonra filmleriyle de tanıştım. Artistler zaten çevremizdeki insanlara pek benzemezlerdi yaşadığım o günlerde. Ama bu kadın, o zamanlar gördüğüm, çevremdeki hiç ama hiç kimseye benzemiyordu. Esmerlerle dolu filmlerimizde o olanca sarışınlığıyla parlardı ve ben onun daha filmlerini bile seyretmeden hayranı olmuştum.
Yeşilçam, bir zamanlar Türk halkının en büyük eğlencesiyken Belgin Doruk, Türkan Şoray, Fatma Girik gibi esmer güzelleri ve de Türk tipi kadın oyuncular hemen herkesin sevgilisi oluvermişti.
1962 yılından itibaren ise 19 yaşında güzel bir kız daha görünmeye başlamış filmlerde. Bu güzel kız çoğu oyuncumuzun başladığı yolla başlamış sinemaya. ‘Artist’ adlı derginin açtığı yarışmada birinci olarak. Bu dergi ona sinema yolunu açmakla kalmayıp, yazarlık yeteneğinin de su yüzüne çıkmasına vesile olmuş: Bir müddet bu dergide “Filiz’in Köşesi” adıyla yazılar yazmış Filiz Akın. Bu yazılarıyla bile içtenliğini ve iyi niyetini yansıtabilmiş olanca sevimliliğiyle.
Yıllar sonra ben şu ünlü 1962 tarihli ‘Artist’ dergilerinden bulduğumda nasıl da heyecanla okudum onun yazılarını.Ve gördüm ki daha ilk yazısında sinemaya girmesinin heyecanını ve tüm duygularını okuyucularıyla paylaşmak isteyen duygusal, idealist ve arkeoloji okuyan gencecik bir kız o yıllarda yaşamış olmayı istetti bende. Nasıl da heyecanla yazmış o günlerde yaşadıklarını ve hissettiklerini: “...Etrafımı kırmamak, çoğunluğun doğru kabul ettiklerini yapmak ve mümkün olduğu kadar az tenkid edilmek endişesi içindeyim. Tabii bunda muvaffak oldum diyemem ancak benim gayretim bu kadar... Kamera karşısında da aynı endişelerim var. Fakat şimdilik daha hiçbir şey yapamadığım kanaatindeyim. Her ne kadar bu bana bendinlik veriyorsa da bunu yenmeye, gayretimi kaybetmemeye çalışıyorum. Bir gün gelip kendimi de tatmin edeceğim bir duruma geleceğime inanıyorum. Belki bu hiçbir zaman olmayabilir. Ama bir inancım olmazsa yıkılır giderim. Bir ideal uğruna çalışmak güzel. Gerçekleşmese bile insan, gücünü ortaya koymuş olmaktan, birşeyler yapabilmiş olmanın hazzıyla yetinebilir...”
Derginin yarışmasında birinci olduktan sonra onunla aynı dergi için bir ropörtaj yapan Turan Aksoy ise şöyle yazmış onun için: “Badem gibi iri gözleri, çekik kaşları ve kalkık burnu ile tam bir Hollywood yıldızı... Gözlerinin altından baktığı zaman, karşısındaki erkeği yerinde mıhlayacak kadar kuvvetli bir cazibeye sahip olan Filiz Akın; aşkı ve sevişmeyi reel bir şekilde aksettiren yerli filmler için aranıp da bulunamayan müstesna bir tip.”
O zamanki pek çok dergide buna benzer ibarelere rastlamak olası. Evet, Filiz Akın Türk Sineması için değişik bir yüzdü. Bir defa sarışındı. 60’lı yıllarda, sarışın kadınların baştan çıkarıcı, kötülük düşünen, yuva yıkan kadın tiplerini oynadığı bu dönemde o, başrol oyuncusu olarak, farklılığını hemen göstermişti. Bu farklılığına rağmen Türk sinema seyircisine çabuk ulaşabilmiş ve onların sempatisini çok çabuk kazanmıştı. Üstelik ilk filmlerinde çoğunlukla da iyi yönetmenlerle çalışarak: Atıf Yılmaz, Halit Refiğ, Memduh Ün, Metin Erksan... 

1943, Ankara doğumludur Filiz Akın. Ankara Maarif Koleji’nde okumuş tıpkı pek çok filminde oynadığı kolejli kızlar gibi. İnsan ister istemez merak ediyor; acaba o filmlerdeki gibi kabına sığamayan cimcime bir kız mıydı gerçekte de? Anne ve babası boşandıklarında annesiyle kalmayı seçmiş, rahat çalışabilsin  diye de devam mecburiyetinin olmadığı Dil-Tarih Arkeoloji bölümünde okumuş bir süre. Fazla ciddi düşüncelerle girmediği yarışmayı kazanınca da bir anda bir sinema yıldızı oluvermiş.
Aslında Filiz Akın’ın farklılığı Türk sineması için değişik bir fiziğe sahip olmasının yanısıra  onun, o zamanki film standartlarına göre filmlerinde canlandırdığı, kendi özellikleriyle çok kolay uyum sağlayan, tiplemelerle de ortaya çıkar. Kentli bir kolejli kızdır Filiz Akın ilk filmlerinde. Olanca sempatisiyle ve muzipliğiyle maddi açıdan pek bir sıkıntısı olmamış hareketli,cıvıl cıvıl bir genç kızdır çoğu filminde, Hollywood’da daha çok Goldie Hawn fiziğinde  gördüğümüz sarışın, sevimli ve seksi kız rollerinde izleriz onu. Başroldeki erkek oyunculara zorlu anlar yaşatır hep. Özellikle de Cüneyt Arkın ve Ediz Hun ilk dönem filmlerinde az çekmemiştir ondan. Çünkü Filiz Akın duygusal komedilerinde, genellikle sevdiği erkeğin aşkından emin olmak için devamlı onu imtihanlara tabi tutan genç kız tipindedir. Mesela “Kadın Berberi”nde önceleri doktor olduğunu sandığı Ayhan Işık’ın bir kenar mahalle berberi olduğunu öğrenince kendisini de ona yoksul manikürcü kız olarak tanıtır. Aynı şekilde “Gül ve Şeker” filminde de buna benzer bir yöntemi bu kez de hizmetçi olarak Ediz Hun’a uygular. Ama en yaramaz ve en hırçın dönemleriyle herhalde Cüneyt Arkın başetmek zorunda kalmıştır. Mesela “Çıtkırıldım”da kolejli bir yaramaz burjuva kızı olarak, fakir edebiyat hocası Cüneyt Arkın’ı hem sevmiş, hem de bayağı hırpalamıştı. “Cici Gelin”de ise ne tesadüftür ki, yine edebiyat hocası olan kocası Cüneyt Arkın tarafından James Bond’un İstanbul şubesiyle evli olduğuna inandırılmıştı. Ufacık bir kaçamağı örtmek için söylenmiş bu tatlı yalan yüzünden de kocasının başına az çorap örmemişti “Cici Gelin”de.
Bu tip filmlerde zaten konunun fazla bir önemi yoktu. Derinlemesine işlenmeyen karakterlerle oluşturulmuş bu salon komedilerinde ya da melodramlarında birbirine benzeyen konular farklı oyuncularla tekrarlanır olmuş, Yeşilçam da iki tür arasında sıkışıp kalmıştı. Doğal olarak Filiz Akın da, Yeşilçam’ın bir zamanlar mecburen dışına çıkamadığı bu iki türde de örnekler vermiştir hem komedilerde hem de melodramlarda oynayarak. Ama yine de bu tür filmlere kendi enerjisi ve doğallığından gelen bir üslupla; bilmiş, şımarık, yaramaz ama sempatik kolejli kız tiplerinden,  yankesiciliğe; serseri bir çingene kızından, asil ve de zengin hanımlara uzanan bir filmografiye sahip olmuştur. Ama dikkat edilecek olursa onun köylü kızlarını oynadığı filmleri biri ya da ikiyi geçmediği de görülür. Aslında onun  sarışınlığı, estetikli burnu ve bir türlü saklayamadığı o hanımefendi görüntüsü, 1970’li yıllarda moda olmaya başlayan köy filmlerinde de oynamasına engel olmuş biraz da. (Mesela Susuz Yaz’da oynamayı çok istemiş bir zamanlar.)

İlk filmi “Akasyalar Açarken” bir melodramdı. Sonraki yıllarda ise daha çok güldürü filmlerine yönelmiş: Battı Balık, Sahte Nikah, Iki Gemi Yanyana, Cici Gelin, Çıtkırıldım vb... Oysa araya, 1964 yılında, Türk Sinema tarihinde içgöçü ana konu olarak almış ilk filmde oynamayı da sıkıştırmış Filiz Akın: “Gurbet Kuşları” (Halit Refiğ). Daha sonra melodramlar ve komediler arasında gidip gelmiş. Komedilerinde hep o sevimli kız olmuş (Yankesici Kız, Kolejli Kız, Hırsız Kız, Cilveli Kız, Işportacı Kız...); melodramlarında ise görüntüsü ve kişiliğinin verdiği tüm asaletiyle duygusal ve ağırbaşlı genç kadınları oynamış (Fakir Gencin Romanı, Efkarlıyım Abiler, Yarım Kalan Saadet...).
1970’lere gelindiğinde kendisine Altın Portakal kazandıran “Ankara Ekspresi”yle onun kendisini daha da geliştirmeye başladığını görürüz. 1971 yılında Yılmaz Güney ile çevirdiği “Umutsuzlar”, 1972 yılında da Atıf Yılmaz yönetiminde Kadir Inanır ile çevirdiği “Utanç” adlı filmleriyle de oyunculukta nerelere geldiğini açık bir şekilde gösteriyordu.
Sonraları belki de sinema hayatının en verimli dönemlerine gelmişken 1976 yılında çevirdiği pek de önemli olmayan “Babaların Babası”(Natuk Baytan) adlı filmle sinema hayatını bitirdi Filiz Akın. 1989 yılına gelindiğinde ise onu bir televizyon dizisinde görebildik; 1990 yılında yitirdiğimiz yönetmen Okan Uysaler sayesinde: Geçmiş Bahar Mimozaları. O diziyi seyredenler hatırlayacaklardır.Orada seyrettiğimiz Filiz Akın, önceki yıllarda seyrettiğimiz filmlerindeki gibi değildi. Şımarık ve yaramaz yönleri gitmiş asaleti ve soyluluğu daha da ön plana çıkmıştı ve hâlâ ne kadar da güzeldi.
Şimdi artık filmlerdeki aşk da değişti, yaşadıklarımız gibi… Filiz Akın filmlerine televizyonda her rastladığımda çocukluğumuzda gördüğümüz, izlediğimiz ve hayalini kurduğumuz aşkları özlediğimizi düşünürüm hep. Filiz Akın’ın kendinden de çok şey kattığı o fazla naif ama güzelim filmleri, yaşamadığımız ya da yaşayamadığımız ama yaşamak istediğimiz aşkları özletliyor bize hâlâ. Onun 1972’de çevirdiği ve benim en sevdiğim filmlerinden olan “Tatlı Dillim”i ilk seyrettiğimde neler düşündüğümü hatırlıyorum. Herkes hayatı boyunca kendisini tamamlayacak özel birini arar bu dünyada. Bazıları gerçek hayatta bulur aradığını. Çok özenirsiniz böyle insanlara. Bazılarıysa henüz bulamamıştır aradığını ama görmüştür rüyalarında ya da filmlerde. Belki de yıllardır aradığı o insanı görür; perdedeki bir yüz, sıcak bir gülüş sayesinde. 
Filiz Akın ise sonradan benim de dahil olduğum bu tip insanlara hep ilham kaynağı olmuştur. Belki de bu insanlar hayatları boyunca hep kendi Filiz Akın’larını aramışlardır. Kimi bulmuştur, kimi de hep arayacaktır…! 

Not: Bu yazı 1995 yılında Yeni Yüzyıl Gazetesi'nin pazar günleri yayımlanan Cafe Pazar ilavesinde yayınlanmıştır...  

25 Mayıs 2012 Cuma

VESİKALI YARİM

"Çok eskiden rastlaşacaktık..." 

Neden içimizde bir yangın başlamış gibi hissederiz daha bu filmin adı geçince? Türkan Şoray’ın ağzından dökülen “Çok eskiden rastlaşacaktık” cümlesi neden bu kadar yaralar içimizi? “Vesikalı Yarim”i bu kadar özel bir film kılan şeyler neler?
Lütfi Akad’ın melodramlar üstü filmi “Vesikalı Yarim”in etkileyiciliği, ölümsüz çekiciliği kuşkusuz sadece oyunculukları, samimi yazılmış senaryosu veya hatasız yönetimiyle anlatılamaz. “Vesikalı Yarim”i bu toplumun ortak belleğine kazıyan kelime ‘imkânsızlık’ aslında. Tabi şu anki toplum hayatından giderek uzaklaşan ‘o tutkulu aşk’ın naifliği de var...
Birincisinden başlamak gerekirse; ‘imkansız aşk’ adına melodram denen türün en temel motiflerinden biridir. Kaderciliğin ve kara sevda hikayelerine duyulan yoğun ilginin artık genlerine işlendiği bu toplumda ise bir ‘vesikalı yar’e duyulan sevgiden bahsetmek az ‘tetikleyici’ değildir herhalde... Nitekim ta 1940’ta Orhan Veli “Tahattur” adlı şiirinde bahsetmemiş mi ‘vesikalı yar’den?
“Alnımdaki bıçak yarası
Senin yüzünden;
Tabakam senin yadigarın;
‘İki elin kanda olsa gel!’ diyor,
Telgrafın;
Nasıl unuturum seni ben,
Vesikalı yarim?”
Filmin senaristi Safa Önal’ın bu şiirden yola çıkıp çıkmadığı bilinmez. Ama bıçak yarası, tabaka ve tabi ki ‘vesikalı yar’ filmin hikayesinde de önemli işlevleri olan  referanslar sanki... Türk sinemasını inceleyen tarihçilerin ‘fahişe romantizmi’ adıyla aynı başlıkta toplama gayreti gösterdikleri ‘imkansız aşk’ların bu en keskin halini şairane bir hale sokmak kuşkusuz biraz da ‘doğu’lu bir bakış gerektirir.
Nitekim evli, iki çocuklu ve kendi halinde bir manav olan Halil’in Sabiha’yı ilk kez gördüğü sahne mesela... Arkadaşlarını daha ‘hareketli’ bir ortama uğurlayan Halil yalnız kaldığı rakı sofrasında bir anda önünde beliren Sabiha’ya diker gözlerini... Sabiha’nın ilk göründüğü sahne bembeyaz sigara dumanları içinde adeta bir rüya gibidir. Pavyonun kalabalığı,  sahnedeki şarkıcının ve orkestranın sesi bir anda kısılır Halil’in kafasında. Sanki orada sadece Halil ve Sabiha vardır. Sabiha’nın cüretkar ve yarı isterik “sigaramı yakar mısın?” sorusu... Bir erkeğin rüyası gibi... Sonunda uyanıp kendi sakin hayatına geri dönen bir adamın rüyası sanki...
Sabiha'nın ilk göründüğü sahne... Dumanlar içinden bir tanrıça gibi çıkar karşımıza...
Safa Önal’ın senaryosu klasik anlatı yapısını en düzgün haliyle takip eder. Bir adamın sakin hayatı bir tanışmayla başka bir yöne doğru gider... Bozulan bir ‘denge’dir aslında anlatılan. Ama melodramı melodram yapan şey, adamın yaşadığı tutkulu sevdasının ardından, dönüp dolaşıp aynı ‘denge’ye zorunlu kalmasının trajedisidir.   
Lütfi Akad’ın sinematografik başarısı ise az buz değil. Halil’in ‘denge’den çıkıp aynı ‘denge’ye dönüşü filmin başı ve sonunda kullanılan birbirine yakın mizansenlerle desteklenmekte. Akad’ın sahnelerinde kullandığı bütün çerçevelemeler üzerinde incelikle çalışıldığını belli etmekteler. Halil’in manavındaki resmedilişi, Halil’in boş sokakta Sabiha’ya bakışı ve Sabiha’nın pavyon sahnelerindeki o ince çizgi... Usta yönetmen, Sabiha ve Halil arasındaki tutkulu aşkı büyüleyici bir iç burukluğuyla aktarırken hikayenin ‘gerçekçilik’le de bağını hiç kopartmaz. Bu nedenle Halil’in aileye dönüşünü ‘ahlakçılık’la değil ‘gerçekçilik’le açıklamak mümkünleşir. Çünkü Sabiha Halil’den kendisini bıçakladığı zaman değil aslında, onu iki çocuğuyla ve babasıyla manavda gördükten sonra ‘kalbini kıra kıra’ vazgeçer (O öyle bir kadındır zaten). Hikayenin en güzel repliği de daha bir anlam kazanır böylece bu trajedide: “Çok eskiden rastlaşacaktık” der Sabiha... Bu aşkın imkansızlığı daha yakıcı ve daha kestirme nasıl anlatılabilirdi ki?
Önce Halil aşık olmuştur Sabiha'ya... Onun sigarasını yakar...
Sonra da Sabiha aşık olur artık o Halil'in sigarasını yakıyordur...!
Halil’in evine dönüşü ve kapıyı yüzümüze kapatışındaki bizi ve Sabiha’yı dışarda bırakma hali ama içerde de yüzünden okunan bedbahtlığı anne-baba, sürekli yere bakan suskun eş, artık kalıp kalmayacağını merak eden gözlerle babalarının etrafında dönüp duran çocuklar tarafından yıkılır, etkisizleştirilir. Sabiha’nın yapacak çok fazla bir şeyi yoktur bu tablo karşısında. Sabiha’nın Halil’in babasıyla gözgöze geldiği o son sahnede babanın bir adım atıp ‘buraya giremezsin’ der gibi duruşu ‘yine’ ataerkil bir yapıya işaret eder. Film seyircisini en çok da bu aşkın ‘toplum gerçeği’ne çarpmasıyla yaralar. Seyirci, sonunu en başından beri hissettiği bu aşkın yaşaması umudunu bütün film boyunca kalbinde taşısa da tıpkı Sabiha ve Halil’in ilk tartıştıkları sahnede Akad’ın bize özellikle gösterdiği boş duvar gibi bir ‘gerçeklik’e toslar...
“Vesikalı Yarim”in dillendirilmeyen, karakterlerin ‘sessizliğiyle’ aktarılan o yoğun hüznü zaman zaman özenle seçilmiş şarkılarla da (Şükran Ay’ın doyumsuz yorumlarıyla) süslenir ve bu şarkılar filmin melankolik akışına hizmet ederler.
Bu trajik hikaye daha kağıt üzerinde bile hüzünbazken Sabiha rolünde filmografisinin en incelikli performanslarından birini veren Türkan Şoray’ın pavyondaki ‘femme fatale’den aşık kadına; sonra da kırılmaktan korktuğu için kendisini sert olmaya zorlayan kırılgan kadına ve oradan da aşkı için savaşan kadına dönüşmesindeki inandırıcılık bir an bile sekteye uğramaz... İzzet Günay’ın sessiz ve derinden oyunu da kusursuz çemberi tamamlar.
Bu nasıl bir güzelliktir! "Vesikalı Yarim" Türkan Şoray'ın en güzel göründüğü filmlerden biridir aynı zamanda...
“Vesikalı Yarim” Türk sinemasının en iyi 10 filminden biri olarak çoğu listedeki yerini işte en fazla da bu nedenlerden dolayı sonuna kadar da hak etmektedir...  

Not: Bu yazı Arka Pencere'nin 109. sayısında da yayımlanmıştır... 
  

14 Mart 2012 Çarşamba

SELVİ BOYLUM AL YAZMALIM

Türk insanının “Selvi Boylum Al Yazmalım”a olan sevgisi ilginçtir. Hala bazı festival ve özel gösterimlerde gösterilir. Defalarca yayınlanmasına rağmen televizyon kanallarında ilgiyle seyredilir.
“Selvi Boylum Al Yazmalım” dramatik ve sevgi dolu bir aşk filmi değil sadece, Atıf Yılmaz’ın her karesini titizlikle işlediğini açıkça gösteren, onun mizansen kurmadaki başarısının en birincil kanıtıdır da. Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un bir öyküsünden uyarladığı filmin sihiri, Ali Özgentürk’ün yürek yakan senaryosuna ‘cuk’ diye oturan doğru bir oyuncu kadrosunun yetkin bir sinema diliyle donatılmasındadır.    
Büyük bir baraj inşaatında kamyon şoförlüğü yapan İlyas, baraj yolunda Asya adında genç bir köylü kızına rastlar ve iki genç birbirlerine aşık olurlar. Annesi Asya’yı başka biriyle evlendirmeye kalkınca İlyas, kızı kaçırır ve evlenirler.
Bir süre sonra İlyas ve Asya’nın bir oğlan çocukları olur. Bir gece İlyas, otoyolda çamura saplanmış bir otobüsü ve şoförü Cemşit’i kurtarmak isterken yüklü olduğu malı zamanında yerine götüremeyince patronu tarafından şoförlükten alınıp bakım servisine verilir. Kamyonundan ayrılmak zorunda kalan İlyas için bu bir yıkım olmuştur. Kendisini içkiye verir ve kendine olan güvenini kaybeder. Artık Asya’nın aşkı İlyas değildir o. Bu utancı ve yıkılmışlığı onu Asya’dan önceki sevgilisiyle yeniden ilişkiye girmeye kadar götürür.
Küçük çocuğuyla yalnız kalan Asya’nın kurtarıcısı ise orta yaşlı ve dul, yapı ustası Cemşit olacaktır. İlyas birkaç yıl sonra artık birlikte yaşadığı sevgilisi tarafından da cesaretlendirilerek evine dönmeye karar verir. Artık büyümüş oğlunu ve Asya’yı yeniden görünce yaptığı hatayı anlar ve geri dönmek ister. Asya da İlyas’ı hâlâ çok sevmektedir. Ama Cemşit, onlara sahip çıkmış, Asya’yı çok sevmiş, oğluna babalık yapmış iyi bir adamdır. Bir seçim yapmaya zorlanan Asya, tüyleri diken diken eden bir final sahnesiyle yapar seçimini.

Filmin en büyük gücü, kuşkusuz muhteşem performanslar gösteren oyuncularının gözlerinde saklıdır.. Resmi tıklayarak büyütün ve gözlere dikkatle bakın...!
Samimi performanslar
Filmin hüngür şakır giden yapış yapış bir melodrama dönüşme riski taşıyan bir öyküsü vardır aslında. Onu büyük bir film yapan şey ise bu tuzağa hiç bir yerinde düşmemesidir. Kadir İnanır ve Türkan Şoray filmde inanılmaz bir uyum gösterirler. İlginçtir ki kendi sesleriyle oynasalar belki aynı etkiyi yaratamayacaklardır. Ama yine de Kadir İnanır’ın en sempatik haliyle İlyas’a can verdiği, Türkan Şoray’ın en güzel performanslarından birini sergilediği film, aşk için emek vermenin şart olduğunu, katıksız sevginin emek vermekten geçtiğini anlatır. İlyas, Asya’yı çok sever gerçekten de ama ekmek teknesi ve duygusal bağı olan kamyonunu kaybetmesiyle özgüvenini (iktidarını) kaybeder.
Cemşit (Ahmet Mekin’in sakin ve güven veren yüzü bir filmde ancak bu kadar doğru kullanılabilir) dürüst, duygusal ve iyi bir adamdır. Asya’yı her anlamda sahiplenir ve oğlu Samet’e babalık yapar. Filmin mizansen olarak eşsiz güzellikteki finalinde yol üzerinde Asya’nın onu seven bu iki erkek arasındaki seçimini izleriz. Film tüm etkileyiciliğini de en çok bu finalinden alır. Asya’nın ağzından duygusal bir sevgi tanımını da içinde barındırır: “Sevgi neydi? Coşkun akan dere, sonbahar rüzgarıyla ürperen yapraklar, cama vurup dağılan yağmur damlaları, bir yürek çırpıntısı? Sonunda coşkun dere durulur, yapraklar kurur dökülür, yağmur diner, güneş çıkardı. Sevgi neydi? Sevgi sahip çıkan, dost, sıcak insan eli, insan emeği miydi? Sevgi iyilikti, sevgi emekti.” 
Cahit Berkay’ın yaptığı müziğiyle, Türkan Şoray, Kadir İnanır ve Ahmet Mekin’in samimi performanslarıyla, sevgili Atıf Yılmaz’ın kusursuz yönetimiyle “Selvi Boylum Al Yazmalım” haklı olarak Türk sinemasında özel ve güzel bir yere sahiptir... Aşkın her zaman “samanlıktaki  seyran” olmadığını göstermesiyle de Yeşilçam usulü aşk filmlerinin arasında pırlanta gibi parlar…
 
Filmden bazı notlar:
* Filmin çekildiği yer Adana’nın Osmaniye ilçesidir.
* İlyas ve Asya’nın oğlu Samet’i, yine bir oyuncu olan Bilal İnci’nin beş yaşındaki kızı Elif İnci canlandırmıştı! Saçları kesilip siyaha boyanan Elif, erkek çocuğuna benzetilmiş.
* Filmde Türkan Şoray’ı Tijen Par, Kadir İnanır’ı Pekcan Koşar, Ahmet Mekin’i Kamuran Usluer seslendirmişti.
* Film 1978’de Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En iyi İkinci Film”, “En İyi Yönetmen” ve “En İyi Görüntü Yönetmeni” ödüllerini kazandı.