Eleştirmenin Not Defteri

Roman Polanski etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Roman Polanski etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ocak 2013 Çarşamba

GEREĞİNDEN AZ TAVSİYE EDİLEN 5 FİLM - 5


Zamanında vizyona çıkmasına rağmen kenarda kalmış, o zamanlar sevilse bile bugünlerde adı geçmeyen veya Türkiye'de DVD'si çıkmış ama es geçilmiş bazı iyi filmlere dikkat çekmek için seçtiğim 5 DVD daha... Herbiri de farklı lezzetler barındırmakta...

1. Aklı Havada / Up In The Air


“Aklı Havada”, incelikle ve zekayla işlenmiş, çağımıza uygun bir romantik başyapıt. 
İncelik ve zekası senaryonun kullandığı metaforları hikayeye ve karakterlere ustalıkla yapıştırma becerisinden geliyor. Çağımıza uygun çünkü, tüm dünyayı kasıp kavuran ekonomik buhranın ya da daha doğru bir deyişle kapitalizmin insanın doğasına hem nasıl yakıştığını (!) hem de ne kadar zarar verdiğini yumuşak, zarifçe ve olgunlukla anlatıyor. Amerika’yı neredeyse terkedilmiş gösteren bazı sahneler bize durumun karamsar bir fotoğrafını çekiyor. Filmin baş karakteri Ryan Bingham ise aslında bütün manzaranın farkında. Çünkü o hep havada! Resmin içinde olmaktansa yukarıdan seyretmeyi tercih ediyor. Sürekli uçaktan uçağa atlayıp yapılması en zor işlerden birini yapıyor. Patronlarının yapamadıklarını o yapıyor, insanları işlerinden kovuyor. Olabilecek en usturuplu şekillerde... 
En son ihtiyaç duyduğu şeyin, aslında en çok ihtiyaç duyduğu şey olduğunu farkediyor. Çünkü aşık oluyor. Hem de manzaraya çok uygun bir şekilde aşık oluyor... 
George Clooney zaten iyi. Ama Vera Farmiga ve Anna Kendrick çok iyi! Daha da fazla uzatmaya gerek yok... Yapılacak tek şey var: bu filmi izleyin..
Filmin Tiglon’dan çıkmış DVD’si raflarda hem de indirim reyonlarında bulunabiliyor...


 2. Uzak İhtimal


Ne yazık ki ‘ödüllü film’ payesini alan filmler bazı seyircileri salonlardan itiyorlar. Bu film de aldığı ulusal ve uluslararası ödüller sayesinde seyircinin ‘riskli film’ statüsüne konduğu için sinema salonlarında hak ettiği ilgiyi görememişti. Oysa her gün herkesin başına gelebilecek ‘yarım kalan bir aşk hikayesi’ni duru ve duygusal bir tonda, çok da yalın bir dille anlatan başarılı bir film “Uzak İhtimal”. 
Filmde kendisine hayli yabancı bir şehirde, yani İstanbul’da müezzinlik yapmaya gelen utangaç Musa’nın rahibe adayı yan komşusu Clara’ya olan uzaktan ilgisi onu bir şekilde kabuğundan sıyrılmaya zorluyor. Ancak yine de o kabuk öyle sert bir kabuk ki, Musa’nın kendi kendine verdiği küçük cesaretler, karşı taraftan da aldığı küçük sinyaller ve yeni tanıdığı, gizemli bir geçmişe sahip sahaf dostunun desteğine rağmen bir türlü kırılamıyor. Farklı dinlere mensup olma detayı ise aslında farklı dünyalara ait olmanın daha altı çizilmiş bir versiyonu.  
Tıpkı David Lean’in “Kısa Tesadüfler”indeki (Brief Encounter) gibi, ‘yaşanamayan büyük bir aşk’ın hazin hikayesini usul usul anlatıyor film. “Aşk herşeyin üstesinden gelir” klişesini bozan bu türden melankolik aşk hikayelerine özellikle uzakdoğu sinemasında sıkça rastlasak da Türk sinemasında uzunca bir süre hasrettik.

Görkem Yeltan’ın gayet dozunda bir performansla renk kattığı filmde Musa rolündeki Nadir Sarıbacak’ın adeta ‘nefes kesen’ performansı da takdire layık. Özellikle finaldeki, Musa’nın hayatının en büyük ikilemini yaşadığı o sahnedeki oyunculuğu az rastlanır bir düzeyde.
Filmin Kanal D Home Video’dan çıkmış DVD’si raflarda bulunabiliyor...


3. Rock’n Roll Teknesi / The Boat That Rocked
 

Bazı filmler vardır, hikayesinin temsil ettiği değerlere önem verdiğiniz için adeta maça 1-0 önde başlar. “Rock’n Roll Teknesi” işte öyle filmlerden. Kendi türünün en iyilerinden biri olan “Aşk Her Yerde”nin (Love Actually) yönetmeni, “Dört Nikah Bir Cenaze” ve “Notting Hill” gibi başarılı İngiliz romantik komedilerinin yazarı Richard Curtis’e zaten baştan teslimiz. Ama 1960’ların sansürcü ve bağnaz İngiliz yönetimine karşı rock müzikle savaş açan korsan radyocuların özgürlükçü mücadelelerine de nasıl karşı durabilelim ki? 
Varsın hikaye kopuk kopuk ilerlesin, hükümetin en komik görünüşlü adamı (Kenneth Branagh) deniz ortasından yayın yapan bu korsan radyonun peşine düşüp sitcom karakteri gibi karikatürize sahnelerde gözüksün, hikayenin 1966’da geçiyor olmasına rağmen daha o tarihte yayımlanmamış bir kaç ‘single’ı da bize yedirsin (Bkz. Cat Stevens şarkısı “Father and Son” - 1970), uyuşturucu, seks, alkol ve rock’n roll ile dolu bir gemiye bakir bir genci sokarak bu güzelim hikayeyi zaman zaman “Amerikan Pastası” tadına indirgesin, yine de sevmemek, eğlenmemek mümkün değil bu filmde.  Özellikle de 30’lu yaşlarınızın sonlarındaysanız ve rock müziğin bugününden ziyade hâlâ geçmişiyle ilgiliyseniz…
Bugünün Türkiye’sinin bile kolayca ders çıkarabileceği durumlar anlatılıyor filmde. “Hükümet olmak demek bir şeyden hoşlanmadığın zaman yeni bir yasayla onu yasa dışı ilan etmektir” diyen bir bürokratı ve “Hükümetler insanların özgür olmasından hoşlanmaz” diyen bir DJ’i var filmin! 1966’da İngiliz rock müziğinin tırmanışa geçtiği zamanda BBC’nin günde sadece 45 dakika pop müzik çalması, yöneticilerin müziğin kışkırtıcılığından korkması ne kadar manidar! Ve filmin son derece görkemli çekilmiş insana umut veren o nefis finali… Seyredin ve “ah o gemide ben de olsaydım!” deyin… Tabi bir de Philip Seymour Hoffman’ın bir kez daha nefis bir performansla filme kattığı karizmaya şahit olun!
Filmin Kanal D Home Video’dan çıkmış DVD’si ender de olsa bulunabiliyor...


4. Devriye / Cruising


Ünlü eleştirmen Leonard Maltin her yıl yenilediği Movie Guide’da film için şunları söyler: “Bu kötü yazılmış, lezzetsiz filmde polis Pacino, homoseksüellerin peşine düşmek için gizli çalışıyor. Eşcinsel  dünyası hasta ve onursuz gösteriliyor.” Halliwell Guide’da ise filmden nefretle bahsediliyor. Oysa bence asıl sorun filmin sonunda geldiği noktanın bazı erkek yazarları rahatsız etmesi.
Evet, New York’da yeraltı homoseksüel barlarında dolaşıp kurbanlarını ayartan ve onları öldüren bir seri katil var. Polis dedektifi Steve Burns (Pacino) katile ulaşmak için ‘deri bar’larda kendisini eşcinsel gibi göstererek avlanmayı bekler. Ancak bu süreç içinde bir kimlik bunalımı yaşayacak ve belki de içinde yatan eşcinsel dürtülerin uyanmasına sebep olacaktır. 
Birincisi, “Devriye”nin senaryosu kötü değildir. Türün gereklerini fazlasıyla yerine getirir. Al Pacino riskli rolünde gayet inandırıcıdır. İkincisi, zamanında filmi protesto eden eşcinseller, şimdiki pek çok filmde komedi malzemesi yapılmalarından dolayı daha da rahatsız olmalılar. ‘Deri bar’ sahnelerindeki dejenere ve “kirli” görüntülerse o zamanki gerçek gözlemlere dayanılarak yapılmış. Filmin belki bahsedilecek tek kusuru bazen didaktik olması. Mesela Friedkin daha ilk cinayette katilin kurbanının sırtına bıçak soktuğu planların arasına eşcinsel bir ilişkinin planlarını serpiştirip ikisi arasındaki benzerliği gözümüze sokmuş. Bazı diyaloglarda da bu fazla dillendirme hali mevcut.
1980’de, 1 sene sonra tutucu bir başkana, Ronald Reagan’a sahip olacak Amerikan toplumuna böyle bir film yapıp vizyona çıkarmak da her yiğidin harcı değildi zaten. “French Connection” gibi maço görünümlü (!) bir polisiye ve şeytanı incille kovan “Şeytan" (The Exorcist) gibi filmleriyle sistem karşıtı gibi gözüken ama aslında sistemle barışık temalı ve tutucu filmler çeken Friedkin’den kimse bu kadar karanlık bir film beklemiyordu. Zaten Friedkin bu filmden sonra 1983’te çektiği uyduruk bir komedinin dışında 1985’e kadar da gişe filmi çekemedi.
Filmin Tiglon’dan çıkmış DVD’si raflarda kolay kolay bulunamıyor artık...



5. Roman Polanski: Aranan Adam / Roman Polanski: Wanted And Desired


Hikayeyi herkes biliyor; Fransa’dan çıkıp önce Londra’ya gidip orayı salladıktan sonra Hollywood’a gelen ve üst üste kazandığı başarılarla adından söz ettiren Roman Polanski, dostu Jack Nicholson’ın evinde bir fotoğraf çekimi gerçekleştirir... Fotoğrafını çektiği genç kız tıpkı ünlü yönetmenin ünlenmesine ön ayak olduğu Nastassia Kinski’ye yaptığı gibi kendisine şöhretin kapılarını açmasını bekleyen 13 yaşında bir kız. İşin garibi küçük filmlerde rol alan annesi de bu fotoğraf çekimine ön ayak olanlardan biri. Ve o geceki fotoğraf çekimleri bir şekilde karakolda sonlanıyor.

Ertesi gün genç kızın şikayeti üzerine polis kaldığı lüks otelden Roman Polanski’yi muhtemelen arkadaşlarıyla yine bir partiye gitmek üzereyken alır. Bundan sonrası bir firar, Amerika’ya girememe, yine bir sürü başarılı film, kazanılan ama kabul edilemeyen bir Oscar ödülü ve 30 küsur yıl sonra gelen tutuklanma, ev hapsi... 
Sundance Film Festivali’nde ‘En İyi Belgesel Kurgusu’ ödülü alan film bunu sonuna kadar hakediyor. Ele alınan bu son derece medyatik vakanın neredeyse bütün taraflarıyla konuşulmuş ve yaşanan tüm süreç, derli toplu bir şekilde Roman Polanski’nin de kariyerinin paralelinde son derece güzel geçişlerle bize sunulmuş. Filmin adında geçen Wanted (aranan) ve Desired (arzu edilen) paradoksunun da içini doldurmayı ihmal etmemiş başarılı yönetmen Marina Zenovich. 
Polanski’nin taciz davası sürerken çektiği filmlerin önlenemez başarıları onun bu sansasyonel suçunun Avrupa’da Amerika’dan farklı algılanmasına yol açmış. Olay Avrupa’da, büyük bir dahi yönetmenin sınırları azıcık zorlayan kaçamağı olarak algılanmasına karşın, Amerika’da şımarık yönetmenin ‘sübyancı’lığı olarak fişlenmiş.Aslında davanın medyatik olma meraklısı hakim yüzünden de doğru düzgün bir mahkemesi olamamış. Medyanın sürekli peşinden koştuğu Polanski 42 günlük geçici bir ‘ıslah’ın ardından da resmen yapımcı Dino De Laurentiis tarafından göz göre göre yurtdışına kaçırılmış.
Filmde hem o 13 yaşındaki kızın yıllar sonra olayla yüzleşmesine hem de Polanski’nin o zamanki ifadelerine yer veriliyor. Polanski ısrarla kızın kendisine cinsel anlamda kur yaptığını söylüyor. Kız ise bugün bile annesinin olaydaki rolünün ne olduğunu anlatmıyor. Aslında hâlâ da neredeyse tam bir “X-Files” vakası!
Filmin Kanal D Home Video’dan çıkmış DVD’si raflarda ender olarak bulunabiliyor...

15 Aralık 2011 Perşembe

ELEŞTİRMENİN NOT DEFTERİ - 2

İşte 16-23 Aralık haftasının filmleri hakkında kısa eleştiri notları: 

Acımasız Tanrı, Roman Polanski’nin yeni filmi... Yine bir tiyatro oyunundan beslenen usta yönetmen orijinal metne aynen sadık kaldığı bir film çıkarmış. Bizde Vahşet Tanrısı adıyla 3 yıldır sahnelenen oyun çocukları kavga ettikten sonra bir araya gelip bu sorunu “uygarca” çözmeye çalışan ebeveynlerin giderek bir hesaplaşamaya dönüşen toplantılarını konu alıyor... Sakin ve medeni bir şekilde başlayan buluşmaları bir süre sonra evliliklerin, kadın ve erkek arasındaki görüş farklılıklarının ve insanların “kültür”le olan ilişkisinin sorgulandığı bir meydan savaşına dönüşüyor. Oyun aslında Michael Haneke’nin filmlerinin yaptığını onun tam tersi, komik bir anlayışla gerçekleştiriyor.
Dört usta oyuncu Kate Winslet, Jodie Foster, Christoph Waltz ve John C. Reilly bütün filmi ustalıkla taşıyorlar. Bir tek Jodie Foster’ın sonlarına doğru oyununu giderek büyüttüğünü Polanski’nin ne hikmetse bu abartıya izin verdiğini söylemeliyim... 4/5


Sherlock Holmes: Gölge Oyunları müthiş bir entrika içeriyormuşcasına tepelerde seyreden bir ego ve özgüvenle başlıyor hikayesine... İlk filmde bıraktığımız ana kahramanını fiyakalı bir şekilde bir bombalama eyleminin ortasına atıyor. Sherlock Holmes’un hikayedeki ilk hamlesi onun kılık değiştirme takıntısı. Ama bu özellik Pembe Panter filmlerindeki Dedektif Clouseau’nun yaptığı gibi komik bir öğe olarak sunuluyor film boyunca. Holmes’un uzakdoğu dövüş sporunu da ustaca uyguluyor olması gereksiz bir Jackie Chan efekti katıyor  filme... Zaten bir süre sonra bize sanki müthiş gizemli ve bol sürprizli bir entrika sunacakmış gibi karman çorman bir şekilde başlatılan hikayenin alt tarafı Avrupa’da büyük bir savaş başlatıp silah satarak zengin olmak isteyen bir deli ‘dahi’ profesörü engellemeye çalışmak olduğu anlaşılıyor. Bu mu yani Sherlock Holmes’u zorlayacak olan düşman?
Anlaşılan Guy Ritchie bu genç kuşağın yani Alacakaranlık gibi yüzeysel filmlere ilgi gösteren kitlenin ‘hikaye’den çok, işin eğlencesine düşkün olmalarıyla ilgilenmiş. Filmini bir ‘aşırılıklar gösterisi’ne dönüştürmüş... 2/5
Filmin tam eleştiri yazısı için www.arkapencere.com adresine de buyurabilirsiniz... 


Bisikletli Çocuk babasız büyümek zorunda olan ama bunu kabullenmek konusunda büyük direnç gösteren Cyril’in yürek burkucu hikayesini anlatıyor... Cyril hep kırmızı giyiyor... Bu kırmızı tişörtleriyle yansıttığı içindeki o öfkeyi ve inadı bir türlü bastıramıyor... Ona sahip çıkmak isteyen Samantha adlı genç kadınla bir uzlaşma sağlaması için Cyril’in içindeki öfkeyi öldürmesi gerekiyor... (Böyle bakınca final daha da ilginçleşiyor...)
Bu enfes film küçük bir hikayeyle izleyenleri nasıl da büyüleyebileceğinizi o kadar güzel anlatıyor ki... Dardenne kardeşler kolaylıkla depresifleşebilecek bu hikayeyi sıkmadan ve en doğal haliyle sunmayı ustalıkla başarıyorlar. Sanırım ilk kez önceki filmlerinden farklı bir müzik kullanımı da tercih etmişler. Kullanılan birkaç klasik müzik bestesi sahnelere masalsı bir duygusallık da katmış... 
Sahneler arasında sürekli pedal çeviren, koşan, hep hareket halindeki hiperaktif Cyril rolünde harika bir oyunculuk gösterisi sunan Thomas Doret tüm izleyenlerin gönlünü çalıyor. Karşınızda görseniz sarılmak için bir saniye düşünmezsiniz... Buna karşılık film Cecile De France'ın canlandırdığı Samantha karakteri konusunda daha cimri... Samantha'nın çocuğa karşı duyduğu bu annelik duygusunun temelini bulmak konusunda yönetmen kardeşler işin büyük kısmını seyirciye bırakmışlar anlaşılan... 4/5
 

Sümela’nın Şifresi, Keloğlan masalından devşirilmiş hikayesini oldukça sıkıcı bir olay örgüsüyle sunmakla kalmayıp, yapanların komik olduğunu sandıkları yılışık esprilerle süslenmiş kaba-saba bir mizah sunuyor bize. Başrolündeki Alper Kul eğer sevimsiz bir Keloğlan yaratmak istemişse bunu gayet de iyi başarmış... Film tek bir an bile sempatik ve samimi olamıyor...
Zafer Ergin, Altan Erkekli gibi oyuncular da sadece birer sahne görünmelerine rağmen afişte isim ve cisimlerine yer buldukları için kendilerini ne kadar şanslı hissetseler azdır! 
Türk sinemasının “komedi olsun çamurdan olsun” mantığını bir an evvel terketmesi gerekiyor. Sadece Karadenizli vatandaşlarımız izlese bile yırttık mantığıyla film çekilmez! 
Ayrıca Sümela’nın Şifresi sonunda 'bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz' diye yazan ilk sinema filmi olabilir mi acaba? Herhalde ortaya çıkan bu 'müthiş' eserden sonra izleyiciler için "en azından bunu hakettiler" diye düşünmüşler...! 1/5


Acı Tatlı Tesadüfler France (filmin tek cazip tarafı olan Karin Viard) adlı işsiz ve kocasız üç çocuklu bir kadının ayakta kalma mücadelesi gibi başlıyor. Sonra France Özel Bir Kadın (Pretty Woman) filmindeki Richard Gere’ın yaptığı işin aynısını yapan zengin ama duygusuz tam bir “piç kurusu”nun yanında işe başlıyor. Burada hafiften romantik-komedi türüne sarkan yapım bir süre sonra oradan da sıkılıyor ve finalde eski Yeşilçam filmlerindeki ‘fakir ama gururlu mahalle zengin kötüye karşı’ komedisine dönüşüyor... Biz ‘film nasıl başladı nasıl bitti’ diye düşünürken tam olarak ne olduğunu anlatmayan bir final sahnesiyle de sona eriyor... 
Yönetmen Cédric Klapisch önceki filmlerinden İspanyol Pansiyonu ve Paris'in altında bir iş çıkartmış bu sefer... 2/5