Eleştirmenin Not Defteri

Kate Beckinsale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kate Beckinsale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ağustos 2012 Cuma

Film eleştirisi: SON VURGUN


Şu sıralar en çok satan DVD'ler listesinde yer alan "Son Vurgun" (Contraband) filminin aslında çok kötü niyetli bir senaryosu var... İşte vizyona çıktığı hafta Arka Pencere'ye yazdığım eleştirisi... 
 
İlk uzun metrajlı filmi “101 Reykjavik” ile ülkesinde beğeniyle karşılanan İzlandalı yönetmen Baltasar Kormákur, 2005’te yine ülkesinde Hollywood ortaklı “Cennete Kısa Bir Yolculuk” (A Little Trip To Heaven) adlı suç gerilimini çekmiş ama umduğu ilgiyi görememişti. Asıl dikkati tümüyle İzlanda yapımı ve İstanbul Film Festivali’nde de ilgiyle izlenmiş olan karanlık polisiyesi “Bataklık” (Myrin) ile çekti...

Kormákur 2010’da organ mafyasıyla ilgili gerilim filmi “Nefes Nefese” (Inhale) ile Hollywood gişe filmi mantığına yaklaşmıştı. Kıvrımsız senaryosu ve aceleye getirilmiş finali yüzünden amacına ulaşamayan bir filmdi. Ama yine de bu yıldızlı ve cilalı son filminden daha iyiydi doğrusu...
“Contraband”e konulan Türkçe isim “Son Vurgun”, Kormákur’un halini güzel özetleyen bir isim olmuş. Çünkü film bittiğinde anlıyoruz ki bazı Avrupalı yönetmenler Hollywood’da vurgun yapmak uğruna vurgun yemeyi göze alabiliyorlar...
Aslında “Son Vurgun” iyi başlıyor hikayeye... Eski bir kaçakçı olan Chris, iki oğlu ve güzel karısıyla dürüst bir hayat yaşamaya çalışıyor artık. Ama gel gör ki genç kayınbiraderi rahat durmuyor... Yüklü bir kokain kuryeliği sırasında yapılan polis baskını yüzünden malı denize atmak zorunda kalıyor. Ancak uyuşturucunun sahibi (rolünü ciddiye alınamayacak bir yılışıklıkla canlandıran Giovanni Ribisi) malını ve uğradığı hasarı geri istiyor. Böylece Chris kayınbiraderini kurtarmak için ailesi ve kendisini son bir vurgun için riske atmak zorunda kalıyor... 
Kate Beckinsale içinde olduğu her filme belli bir seyir zevki katan hem güzel hem de rahatsız etmeyen performanslar çıkaran bir oyuncu ...
Orta düzeyde bir suç gerilimi vaat eden hikaye bir yere kadar durumu idare ediyor. Chris ekibiyle düzeneğini kurup Panama’ya giden bir şileple memlekete sahte para sokmak için bir operasyon düzenliyor. Ama ne sahte para... Tam bir kamyonet dolusu! Diğer yandan karısını ve çocuklarını da pek de güven vermeyen en yakın arkadaşına emanet ediyor...
Kormákur’un filmi kendisinin de başrolde olduğu 2008 yapımı “Reykjavík Rotterdam” adlı İzlanda yapımının bir yeniden çevrimi aslında. Orijinal filmin gidişatını bilmiyoruz ama Hollywood sermayesi işin içine girince iyice saçmalaşan bir  senaryoya dönüşmüş sanki... Bazen böyle filmlere ahlak penceresinden yaklaşmak her zaman çok doğru değil aslında ama sözkonusu olan film ticari bir filmse ve bu ticari film çarpık bir durumu haklı çıkarmaya çalışıyorsa orada "bir dakika!" demek gerekiyor bence... Yazının bundan sonraki kısmını bu "bir dakika!" çıkışının bir tezahürü olarak görmenizi isterim... Finale dair kimi ipuçlarını da verebilirim ama bu filmin sorunu başka türlü de anlatılamaz!
Mark Wahlberg ve Ben Foster izleyicisine seyir keyfi veren oyuncular... Bazen filmlerin kötü senaryolarını da kamufle edebiliyorlar...
Chris’in ‘gerizekalı’ kayın biraderinin hatasını yeni hatalarla kapatmaya çalıştığı bu gerilim hikayesi yol aldıkça aptalca bir Hollywood ahlak anlayışına doğru gidiyor. Chris ve dolayısıyla da yönetmen Kormákur için uyuşturucu işi ahlak dışıdır ama Panama’dan bir kamyonet dolusu sahte para getirmek, orada ünlü Amerikalı dışavurumcu ressam Jackson Pollock’un tablosuna yönelik bir soyguna karışmak, sonra onu kamyonetteki bir paçavra gibi gösterip kaçak yollarla ülkeye getirip karaborsada satmak filan gayet mübah anlaşılan!
Açıkçası uzun zamandır izlediğim aksiyon filmleri içinde çatlamış ar damarlarına (illa cinsel olacak değil ya) bu derece şahit olmamıştım... Filmin hızla çözüme ulaşan ve ulaştığı çözümü de bir güzel olumlayan tavrı beni çok rahatsız etti. Çünkü bu tavır seyirciyi aptal yerine koyan bir tavır. Film boyunca onlarca suç işlese de alnı ak kalabilen (!) kahramanımızın bunların karşılığında en ufak bir bedel bile ödememesi, hatta kârlı bile çıkması, olsa olsa 90’lardan kalma bir Hollywood alışkanlığının ürünüdür... 
Asıl şaşırtıcı olan, Mark Wahlberg gibi kendi kuşağının nispeten bilinçli oyuncularından birinin hâlâ böyle bir filme ihtiyaç duyuyor olması... Ya da “Dövüşçü” (The Fighter) filmindeki yapımcılığına ve performansına fazla mı övgü yapmışız acaba?

10 Ağustos 2012 Cuma

Yeni bir şey yok: GERÇEĞE ÇAĞRI


“Yaratık” (Alien) filminin senaristleri Dan O’Bannon ve Ronald Shusett’in Philip K. Dick hikayesi “We Can Remember It For You Wholesale”den uyarladıkları senaryoları “Total Recall”u yaptırabilmek için yıllarca uğraşmışlar. Sonunda senaryoları bugün iş hayatında olmayan film stüdyosu Carolco'nun Arnold Schwarzenegger için aradığı proje oluvermiş. Arnold da "Robocop"ını izleyip de tarzını çok beğendiği Paul Verhoeven'ı istemiş... 
1990 yapımı "Total Recall"un kısaca böyle bir çekim hikayesi var yani...   
Bilim-kurgu edebiyatının usta yazarlarından Dick’in hikayesinde sıradan bir işçi olan Douglas adlı bir adam Mars’a gitmek konusunda nedenini anlayamadığı bir tutkuya sahiptir. Sahte anılar üreterek insanların beynine bunları eken bir şirkete giden Douglas bu işlem sırasında “uyanır” ve beyninin karanlık kıvrımlarında yok olmuş bazı gerçekler yeniden yüzeye çıkar… Aslında Douglas’ın ektirmek istediği anılar Douglas’ın beyninde zaten vardır…  
Total Blade Runner
Dick’in hikayesi başka bir hayata özenen adamın, içinde zaten gizliden taşıdığı o başka hayatla yüzleşmesini sahte anı / gerçek anı ikilemi arasında gidip gelerek ele almakta. Paul Verhoeven’ın 1990 yapımı filmi de bu doğrultuyu özünde koruyan bir filmdir. Ancak kimi gediklerine, dönemin aksiyon sineması ekollerine teslim olan senaryosuna ve Verhoeven’ın dozu zaman zaman kaçan şiddetle örülü yönetimine rağmen vasatın üzerindedir... Bugün her Arnold filmi gibi “Gerçeğe Çağrı”nın da nostaljik bir çekiciliği hâlâ vardır. Ama “Alacakaranlık” (Twilight) gibi filmleri sinema sanatının başyapıtları olarak gören ve eski filmlerle hiç alakası olmayan genç bir nesil var -ki ne derseniz deyin sinemaya en çok onlar gitmekte- onlar için 1990'lardan gelen “Gerçeğe Çağrı” gibi filmler ‘demode, eski ve zaman kaybı şey’lerdir... Dolayısıyla bu gençler için bu hikayeler ‘yepyeni’ aslında. 
Total Fifth Element
“Equilibrium” ve “Ultraviolet” filmlerinin senarist yönetmeni Kurt Wimmer’in senaryosu Dick’in hikayesini değil Verhoeven’ın filmi üzerinden ilerliyor ve hikayenin ana mekanını Mars’tan alıp tamamen dünyaya getiriyor. Böylece hikayenin altındaki politik zemini “sömürgeci Büyük Britanya İmparatorluğu”na dayıyor. Dünyada yaşanmış büyük bir kimyasal savaştan sonra burjuva sınıfının oluşturduğu takım elbiseli, şık giyimli insanların yaşadığı Britanya Birleşik Federasyonu ile Avustralya kıtasında sıkışıp kalan işçi sınıfı arasındaki hikayede tabi ki işçilerin direnişini bastırmak isteyen kötü beyazlar vardır!
Basit bir işçi olarak yaşayan Douglas Quaid kendi rüyasının peşine takılmışken bu iki sınıfın arasında stratejik bir öneme sahip olduğunu keşfeder. “Blade Runner”vari, kirli, ıslak ve de hayli ‘asyalı’ koloniden çıkıp “Azınlık Raporu” (Minority Report) evreninde “Ben, Robot”sal (I, Robot) bir geleceğin içinde "5. Güç"ün (The Fifth Element) araç trafiğinde, yapay robot polislerle (Robocop) ve karısı bildiği Hükümet ajanıyla baş etmeye çalışan Douglas “Jason Bourne” gibi bir ajandır aslında. Amacı kendi kimliğini bulmak, bunu yaparken gezegeni de diktatöryel bir rejimden kurtarmaktır...  Pislik içinde yaşayan, bir araya gelip isyan etmekten aciz, zavallı işçi sınıfının (!) hayatta kalmasını sağlayıp güzel direnişçi sevgilisiyle kimbilir nasıl bir refah hayatın huzurlu dünyasına adım atmaktır amacı... 
Total Minority Report
Belki fazla ileri gittik ama Len Wiseman’ın bütün bu ‘kolaj’ filmi Verhoeven’ın filminin altında kalan bir zeka taşıyor ne yazık ki. Wiseman’ın orijinalinden aldığı en bariz gönderme olan üç göğüslü kadın bile bu kolajın içinde ‘eklektik’ kalıyor. Verhoeven Dünya-Mars arasındaki köprüyü aynen koruyup hikayeyi bilimkurgu düzleminden çok da ayırmamayı seçmişti ve filmindeki ezilen sınıfı fiziksel olarak da diğerlerinden ayırmış, çareyi Marslı teknolojiye (insanoğlunun dışında bir yardıma) bağlamıştı. Douglas’ın yaptığı kahramanlık, bu yardıma bir kapı açmaktı. Yukarıdaki satırlarda bahsettiğim dönemin aksiyon filmleri ekolüne teslim olduğu yerlerini saymazsak (Arnold’un oyun kabiliyetini örtmek için kullanılan eğlenceli diyaloglar, simsiyah giyinen ve aşırı sinirli bir kötü adam, Mars’a yolculuk yapılabiliyor olmasına rağmen hâlâ makinalı tüfeklerin kullanılması vs...) hayal gücü daha geniş ve daha fantastik bir hikaye anlatıyordu. Bütün o koşturmacanın arasında bazen durup hem kahramanını hem de bizi şüpheye düşürücü hamleler yapıyordu: Acaba bütün bu olanlar Douglas’ın Rekall şirketinden satın aldığı anılar mıydı?
Total Bourne Ultimatum
Bu ‘yeniden çevrim’in en yapamadığı şey bu şüpheyi ne Douglas’a ne de seyirciye yaşatabilmesi... Zaten Wiseman filmini aksiyona boğarak böyle şeyler düşünmememizi sağlamaya çalışmış sanki. Üstelik o da aksiyon sinemasının kendi klişelerine ve ekollerine orijinalinden daha da fazla saplanmış. Bütün kötülüklerin anası 'beyaz gömlekli' Başkan’ın bizzat finalde Douglas’ın karşısına çıkıp yumruk yumruğa dövüşmesi, direnişçilerin liderinin kilisede mevzilenmesi ve de ayrıca bir ‘aziz’i andırıyor olması (bu arada adı da Matthias, yani kör gözüm parmağına!), bol CGI’lı büyük sahneler, yönetmenden torpilli Kate Beckinsale ve Jessica Biel gibi iki çekici kadın, Colin Farell’ın biraz Deckard biraz Bourne biraz da “In Bruges”dan kalanlarla ortaya sunduğu çeşni belki yeni neslin kolayca yutup baştacı edeceği numaralardır. Ama bizim gibi, ‘çok şey görmüşler’ için sadece bir ‘ikibinler aksiyonu’ daha işte...  
Total Total Recall