Eleştirmenin Not Defteri

Marilyn Monroe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Marilyn Monroe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Nisan 2015 Pazartesi

BURAK GÖRAL'IN KİTAP RAFI - 1

MARILYN MONROE NOTLAR (Artemis)
Hayatıyla ilgili okuduklarımızdan anladığımız kadarıyla, Marilyn Monroe asla bir “aptal sarışın” değil, "aptal sarışını oynayan" çok zeki ve entelektüel bir kadınmış. Artemis'ten çıkan bu kitap onun yazıyla olan bağını ve duygusal dünyasını da tümüyle gözlerimizin önüne seriyor. Bu kitap onun defterlerinden, kaldığı otellerdeki not defterlerine, hatta peçetelere karaladıklarını sunuyor bize... Ne mi var bu notlarda? Monroe’nun kendi yazdığı şiirler, iç dünyasını anlattığı mektuplar, kendi kendine yaptığı özeleştiriler, en sevdiği klasik müzik eserleri, rüyaları, hayalleri, amatör çizimleri... Monroe’nun iç dünyasına koca bir yolculuk bu kitap. Üstelik o kadar güzel basılmış ki, kendi el yazısı, üzerini çizdiği kelimeleri bile koruyan metinlerle sunulmuşlar bize.. Bu şahane kadını daha iyi tanımak için bu kitap iyi bir fırsat...   

KUYRUKLUYILDIZ ALTINDA BİR İZDİVAÇ - Hüseyin Rahmi Gürpınar (İnkılap)
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın klasik eserleri rahat okunabilir versiyonlarıyla İnkılap tarafından tekrar basıldı. Gürpınar’ın en iyi eserlerinden biri olan “Kuyrukluyıldız Altında Bir İzdivaç” zamanının çok önünde bir romantik-komedi aynı zamanda. Gürpınar 1910’un İstanbul’unda bir kuyrukluyıldızın dünyaya çarpacağı söylentileri içinde meraklı iki gencin mektuplaşması üzerinden öyle güzel bir hikaye kuruyor ki, hayran kalmamak elde değil. Gürpınar okuyucuyu hem eğlendiriyor, hem bilgilendiriyor hem de daha o zamanlardan cahilliğe, geleneksel toplum ahlakına getirdiği eleştirilerle düşündürüyor. 


YILDIZLARARASI BİLİMİ - Kip Thorne  (Alfa Yayınları)
2014’ün en dikkat çekici filmlerinden biri olan ve bence bazılarının (baba-kız sevgisine bağlanması yüzünden) gereksiz bir şekilde eleştirdiği “Yıldızlararası”nda (Interstellar) anlatılan her şey bu kitapta A’dan Z’ye açıklanıyor. Filmin bilim danışmanı ünlü fizikçi Kip Thorne’un bu kitabı filmi daha iyi anlamanız için detaylı bir açıklamaya soyunuyor. Solucandeliği kavramının mucidi Thorne, filmin hikayesinden hiç kopmadan, yıldızlararası yolculuk hakkında anlaşılır bir dille, şema ve çeşitli görsellerden de faydalanarak okuyucuyu adeta uzayda bir yolculuğa çıkarıyor. Kitabın başında Yönetmen Christopher Nolan’ın da konuyla ilgili bir makalesi bulunmakta... 

KAYIP KIZ - Gillian Flynn (Artemis)
Geçtiğimiz haftalarda sinemada izlediğimiz, yönetmenliğini David Fincher’ın yaptığı, başrollerinde Ben Affleck ve Rosamund Pike’ın olduğu “Kayıp Kız”, tüm dünyada ilgiyle karşılanmış bir roman uyarlaması. Romantik ve umutla dolu bir başlangıç yapan Nick ve Amy’nin evliliği 5. yıldönümlerinde büyük bir kırılma yaşar filmdeki gibi. Filmden farklı olarak iki bölüme ayrılan roman ilk bölümde karısı kaybolan Nick’in hikayesiyle Amy’nin günlüklerini paralel olarak sunuyor bize. İkinci bölümde yaşananlar yine Nick ve Amy’nin bakış açıları eşliğinde sırayla okunuyor. Filmi çok sevdiyseniz romanını okurken de sıkılmayacak ve hikayenin filmde yansıtılması çok zor olan kimi psikolojik/sosyolojik tahlillerini ve ince detaylarını almanız kolaylaşacak. Dergi yazarlığından gelen Gillian Flynn’in bu üçüncü kitabı zekice kurgulanmış bir aşk-gerilim romanı ama kuşkusuz içinde zamane evliliklerine dair sosyolojik gözlemler barındırmasıyla da dikkat çekiyor...

GÖZLERİ TAMAMEN KAPALI - Michel Chion (Alfa)
Stanley Kubrick’in ölmeden önce çektiği son film, 1999 yapımı “Eyes Wide Shut” onun bütün dehasını gösterdiği filmlerinden biriydi. Diğer filmlerinin gölgesinde kalsa da hakkını veren birkaç yazardan biri de bu kitabın yazarı Michel Chion olsa gerek. Chion zaten senaryo incelemeleriyle de tanınan bir yazardır. Kendisi “Eyes Wide Shut”ı A’dan Z’ye ele alıp derin analizlere girişiyor bu küçük cep kitabında. Çok da iyi yapıyor. Bir evlilikten yola çıkıp insanoğlunun ruhunun derinliklerine inmeyi başaran şahane bir masaldır bu film. Chion kitabında hem görsel işaretlere hem de bir ton referansa başvurarak filmi açtıkça açıyor ve keyifli bir metinle sinemaseverlere şahane bir analiz sunuyor.
Alfa yayınları sinema tarihinin modern klasikleri tek tek ele alan bir kitap serisine de başladı böylece.. Aynı seriden “Ucuz Roman”, “Saklı”, “Ruhların Kaçışı” ve “Baba” filmlerinin de kitaplarını edinebilirsiniz...    

GENÇ WERTHER’İN ACILARI - Johann Wolfgang Von Goethe (İş Bankası Kültür Yayınları)
Avrupa edebiyatının romantik akımının en büyük ilham kaynaklarından biri olan Johann Wolfgang Von Goethe’nin bu ölümsüz eseri, zamanında büyük bir ilgiyle karşılanmış. ‘Umutsuz aşk’ üzerine yazılmış en güçlü eserlerden (bir roman-mektup) biri aynı zamanda “Genç Werther’in Acıları”. Romanda geleceği gayet parlak bir genç olan Werther’in Lotte adlı genç bir kıza duyduğu umutsuz aşkı Werther’in arkadaşı Willhelm’e (hayali bir arkadaştır belki de...) yazdığı mektuplar yoluyla anlatılıyor. Aslında Lotte de bir şeyler hissediyordur ama Albert adlı iyi bir adamla nişanlıdır ve o zamanlar, verilmiş sözler öyle kolay bozulamazlar! Mektuplar giderek karamsarlaşan Werther’in trajik sonuna kadar ilerler... Goethe’nin iki haftada yazdığı söylenen bu dev eseri, okuyucunun da kalbini sızlatmayı başarıp kitabı gözyaşlarıyla bitirmesine neden oluyor. Zamanında da Almanya’da çok büyük bir ilgi görmüş ve bir intihar salgını başlattığı da yazılır.      

SÜPER İYİ GÜNLER – Mark Haddon (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları)
İngiliz yazar Mark Haddon’un bu romanı yeni değil aslında. 2003 yılında yazılmış İş Bankası Kültür Yayınları tarafından da ilk baskısı 2004’te yapılmış. Ancak hâlâ ilgi gören ve yeni baskıları yapılan bir roman “Süper İyi Günler”. Aslında bir dedektiflik hikayesi anlatıyor, ama onu benzerlerinden çok farklı kılan bir özelliği var. Otizm hastası 15 yaşındaki Christopher John Franciss Boone bu romanın dedektifi. Babasıyla yaşayan bu çok özel çocuk, yan bahçede öldürülmüş olarak bulunan komşusunun köpeğinin cinayetini araştırmaya başlıyor okuduğu Sherlock Holmes kitaplarından da esinlenerek. Christopher köpeğin katilini ararken kendisini bir sürü zorlukla dolu bir maceranın içinde buluyor. Yazar Mark Haddon otizm mağduru 15 yaşında bir çocuğun bakış açısıyla yazdığı romanda o kadar güçlü bir dünya kuruyor ki, adeta Christopher’ın kafasının içinde dolaşıyor gibiyiz. Otizmin nasıl bir hastalık olduğunu da bundan daha iyi anlatan bir metin yoktur herhalde. Christopher’ın dünyasını heyecanlı (bildiğiniz çok satan polisiye gerilimi değil ama) bir olay örgüsünü takip ederek anlıyor ve çok da duygulanıyoruz aynı zamanda. Otizmi ya da otizmli çocukların dünyalarını  anlamak isteyen aileler için de ilaç gibi geliyor. 

SIRÇA FANUS – Sylvia Plath (Kırmızı Kedi Yayınevi)
Amerikan edebiyatının en melankolik yazar/şairlerinden biri olan Sylvia Plath’ın ünlü romanı “Sırça Fanus”, yazarın biraz da kendi yaşamından izler taşıyan yarı-otobiyografik bir roman. 1950’lerin New York’unda, bir moda dergisinde çalışarak ayakta kalmaya çalışan bir genç kız olan Esther’in giderek yolunu kaybedişi, çevresiyle, iş dünyasıyla ve erkeklerle sürdürmeye çalıştığı ve bir türlü istediği gibi gelişmeyen ilişkilerini sıkıcı olmayan, bazen hüzünlü bazen de mizahi bir dille anlatılıyor. Romanın bir yerinde Esther (ya da aslında yazarın ta kendisi) şunu söylüyor hatta: "Eğer iki karşıt şeyi aynı anda istemek nevrotiklikse ben tepeden tırnağa nevrotiğim. Hayatımın geri kalan kısmını karşıt şeylerin birinden öbürüne uçmakla geçireceğim." İnsanoğlunun paradokslar içinde debelenişini bundan daha içten nasıl anlatabilirdi ki?
Trajik bir yaşam sürmüş ve intiharla bu dünyaya veda etmiş bu önemli kadın yazar Sylvia Plath’in birbirinden melankolik şiirlerini de okumanızı öneririm..   

13 Şubat 2013 Çarşamba

GÜZEL GALERİ - 2: Marilyn Monroe

Dünyanın en çok fotoğrafı çekilen ünlü kadınlarından biri olsa gerek Marilyn... Yıllardır baka baka bitiremedik... Ne zaman onun adını yazıp aramalar yapsak ya da ne zaman bir film için internette görsel arasak bir anda daha önce hiç görmediğimiz bir fotoğrafıyl burun buruna gelebiliriz... Benim için en güzel Marilyn fotoğrafları fotoğrafçı stüdyolarında, profesyonel ışıklarla çekilmiş olanlar değil aslında... Onun doğal gülüşünü, içinde kopan fırtınaları hissettiren bakışlarıyla yakalanmış, daha çok 'kendiyleyken', sanki rastlantısal bir şekilde çekilmiş gibi duran fotoğrafları...
Güzel Galeri'nin 2. sayfasında benim hâlâ arasıra dönüp baktığım böyle Marilyn fotoğraflarını paylaşmaya çalıştım...
Devamı gelecek...
Set arasında bir şey izliyor... Belki de onun olmadığı bir sahne çekiliyor o sırada... 
Çok ender bir fotoğrafı... Keşke fotoğrafçının adını da bulabilseydim...
Bir toplu röportaj sırasında...
Sadece 9 ay evli kaldığı ikinci kocası NY Yankees oyuncusu Joe DiMaggio ile...
Üçüncü kocası Arthur Miller ile Beverly Hills'deki evlerinde bir yemek sofrasında... (1960)
Beverly Hills'de 1962'de fotoğraf sanatçısı Willy Rizzo'nun çektiği bir portre...
Güzel Galeri - 1

28 Ocak 2013 Pazartesi

GÜZEL GALERİ - 1: Marilyn Monroe

New York'lu fotoğraf sanatçısı Ed Feingersh'in 1955'te çektiği Marilyn Monroe fotoğrafları, Monroe'nun içtenliğine, parlak kişiliğine, sıradan taraflarına ve zarafetine vurgu yapıyor... En sevdiklerimi burada paylaşmak istedim...
Devamı gelecek...

Bir akşamüstü, güzel bir restoranda, gevşemiş ve anlattığınız her neyse sizi dinliyor, size bakıyor...
Metro istasyonunda bekliyor dünyanın en arzulanan kadını...


Yemek yiyelim mi?
Başka bir fotoğraf sanatçısı Milton Greene ile "Kızgın Damdaki Kedi" oyununu izlemeye Broadway'e giderken...


Lobide...
"Kızgın Damdaki Kedi"de...

11 Şubat 2012 Cumartesi

ELEŞTİRMENİN NOT DEFTERİ - 10

SÜRÜCÜ (Drive)
"Sürücü"nün en çekici tarafı belli bir sinemasever kitlenin o çok sevdiği yalnız, melankolik ve az konuşan kahramanı... Sürücünün yalnızlığındaki vakur duruşunda ve saklı  duygusallığının ardında sinemanın o eski kahramanlarını hatırlatan tatlar var. İletişim kurma konusundaki sıkıntıları yüzünden karşılaştığı ölümcül sorunlarda içinde yatan saklı şiddeti de açığa vuran 'isimsiz' kahramanımız bu özelliği ile bize uzakdoğu filmlerindeki karakterleri de hatırlatmıyor değil. Mesela Acı Tatlı Hayat'taki (A Bittersweet Life) Sun-woo gibi...
Kuzey Avrupalı yönetmen (belli ki oralarda ciddi bir ‘serpilme’ var son yıllarda) filmi 80’ler havasında çekerek bu melankoli duygusunu sinematografik olarak da besliyor. Bin kere filan izlediğimiz bir hikayeyi (darda kalmış bir kadına kendiliğinden yardım eden ve sonrasında ona aşık olan ama bu yüzden de başı ciddi belaya giren yalnız kahraman) sanki ilk kez izliyormuşuz gibi izlettirmeyi başarıyor bize doğrusu... Michael Mann’in Thief'i ya da Paul Schrader’in Amerikan Jigolo'su veya Miami Vice dizisinin sağlam bir bölümü gibi akan hikayede özellikli bir giyim tarzıyla etiketlenmiş (akrep desenli mont) trajik kahramanını,  mavi tonlarla donanmış yarı loş bir Los Angeles atmosferi, zaman zaman hareketi bölen ama gerilimi arttıran Sam Peckinpah ağır çekimleri ve sinemada uzun zamandır kullanılmayan elektronik müzik 'sound'ları (Tangerine Dream’i ya da Avrupa kökenli elektronik müzik gruplarının Goldfrapp, Röyksopp müziklerini hatırlatıyor) eşliğinde takip ediyoruz...   
Ryan Gosling emin adımlarla geleceğin büyük aktörleri katına doğru tırmanıyor şüphesiz. Carey Mulligan’ın ise her ne kadar fiziğinden ve duruşundan pek hazzetmesem de Beni Sakın Bırakma (Never Let Me Go), Utanç (Shame) ve Sürücü gibi iyi filmlerde hiç de fena olmayan performanslar çıkardığını kabul etmekteyim... 4/5

MARILYN İLE BİR HAFTA (My Week With Marilyn)
Marilyn Monroe Laurence Olivier ile birlikte başrolü paylaştığı Prens ve Şovkızı (The Prince and the Showgirl) filminin Londra’daki çekimlerinde bütün film ekibini zaman zaman büyülemiş, bazense kızdırmış, ama sette çalışan bir genci de kendisine aşık etmiş... Bu genç Marilyn'in sorunlarına duyarlı yaklamını nedeniyle ünlü yıldızla belli bir seviyede bir arkadaşlık yaşamış... Bu film de bu gencin yıllar sonra bu anılarını yazdığı kitabından uyarlanmış..
Film çekimlerinin paralellinde Monroe’nun değişken ruh hali ve iç dünyasının çalkantısına eğilen bir senaryoya sahip Marilyn ile Bir Hafta. Marilyn’in iç dünyasını anlatabilmek ne bu filmin ne de bir sürü başka filmin harcıdır doğrusu... O dünyanın en özel kadınlarından birisidir ve onu tamı tamına anlatabilen herhangi bir eser daha henüz ortaya çıkarılabilmiş değildir... Dünya döndükçe de onun hayatına bir yıl, bir ay ya da bir hafta bile girebilme şansına sahip olmuş herkesin “izlenim” kitaplarından filmler üretilecektir... Biz bunları izleyerek ya da okuyarak Marilyn fotoğrafının ancak küçük bir bölümünü görebiliriz... Ama yine de Marilyn ile Bir Hafta iyi bir ‘seyirlik’ sunuyor bize. Sıkılmadan kendisini izlettiriyor... Efsanevi yıldıza saygıyla yaklaşıyor ve onu incitmemeye çalışıyor... Bu bile az bir şey değil... 
Açıkçası ben Marilyn Monroe’nun görsellerinin kitap kapaklarında, reklam kampanyalarında kullanılmalarına itiraz etmekteyim... Bu fikirlerimden dolayı filme de önyargılı başladığımı itiraf edebilirim. Ancak filmi izleyince Michelle Williams’ın Marilyn performansının hiç de fena olmadığını ama Kenneth Branagh’ın Laurence Olivier performansını da eşsiz bulduğumu söyleyebilirim. Her iki oyuncu da Akademi’den hak ettikleri adaylıkları aldılar... 3/5

DUYGULARIN RENGİ (The Help)
Amerikan sinemasının zaman zaman “Bir Zamanlar Güneyde” filmlerinden biri... Amerikanın ırkçılık konusundaki en dirençli bölgesi Güney eyaletlerinde geçen ayrımcılık karşıtı insan hikayeleri her zaman belli bir ilginin odağı oluyorlar...
Bir romandan uyarlanan Duyguların Rengi'nin gücü insan duygularına odaklanmış hikayesinden geliyor. 1960’ların Missisippi’sinde evlere hizmetçi olmak dışında başka bir seçenek bırakılmış siyah kadınların çalıştıkları evlerde yaşadıkları ayrımcılığın yüreklere dokunan hikayesi iyi yazılmış ama biraz fazla düz bir senaryo eşliğinde birbirinden samimi oyuncu performanslarıyla süslenmiş. Yönetmen Tate Taylor da sınırları hiç zorlamamış. Bu dokunaklı hikayeyi alabildiğinde rengarenk anlatmış, köşelerini bile yumuşatarak daha garantici olmayı seçmiş. O tarihlerde yaşanan bu tip olayların bu kadar pembe ya da pastel yaşanmadığına biz bile buralardan emin olabiliriz... 
Yine de yönetmen Taylor’ın sıradan ve hatta standart yönetmenliğine rağmen özellikle Viola Davis ve Octavia Spencer’ın sıcak ve gerçekçi performansları sahneleri adeta bir boy yükseltiyor. 3/5

DÜŞMANI KORURKEN (Safe House)
Tabi ki Düşmanı Korurken, Yine bu hafta vizyona giren Köstebek (Tinker Tailor Soldier Spy) gibi konunun felsefesine içerden bir bakış atmak yerine kıyısından dolanıp mevzunun aksiyon ve heyecanına kapılmayı tercih eden bir film.
Cape Town’da CIA’in ihtiyaç zamanı kullanılabilecek ‘güvenli ev’lerinden birinde tam bir yıldır ‘sıkıntıyla’ bekleyen ve bir gün saha ajanı olmayı hedefleyen genç ajan Matt Weston için büyük gün gelmiştir... CIA’in taraf değiştirmiş ajanı Tobin Frost, Cape Town’da kendi isteğiyle ele geçirilmiştir ve hemen orada Matt’in sorumluluğundaki ‘güvenli ev’de sorguya çekilmelidir. Ancak sorgu sırasında gizemli bir grup tarafından yapılan kanlı baskın sırasında Matt riskli bir karar alır ve Tobin’i oradan kaçırır... Tobin, Matt’i altedip kaçmayı amaçlarken, Matt de bu zeki ve tecrübeli ajanı CIA’e teslim etmeye çalışır. Peşlerindeki suikast timi de nereye gitseler onları bulacak güçtedir... Herkes Tobin’de olduğu ortaya çıkan bir ‘dosya’nın peşindedir...
Tobin’in elindeki bu dosya değil filmin derdi... Biz aslında genç bir ajan olan Matt’in uyanışını ve akıllanışını izliyoruz en çok. Matt Weston en başta teşkilatın küçük gördüğü, herşeyin düzgün çalıştığına inanan ‘naif’ bir ajan... Ama Tobin’in sorumluluğunu almak zorunda kalışıyla bambaşka bir kadere doğru ilerliyor. Bir nevi ‘gözü açılıyor’. Açıkçası film de zaten tam bu yola girince cazibesini yitirmeye başlıyor... Nitekim oldukça gergin, stilize ve neredeyse sağlam bir korku filmi entrikasıyla başlayan film, kendi pisliğinden bile malzeme çıkartıp pazarlama konusunda iyice ustalaşan ‘sistem’in bildik ‘filmlerde de olsa arınmak mümkün’ temalı örneklerinden birine dönüşüyor giderek... Ama Denzel Washington’ı hele bir de böyle bir rolde izlemeyi özlemişiz yine de...  3/5

KÖSTEBEK (Tinker Tailor Soldier Spy)
Soğuk savaşın en harharlı döneminde geçen bir John Le Carre romanından daha soğukkanlı başka bir ajan romanı bulabilmek mümkün mü? Bir zamanlar TV dizisi olarak da TRT’de gösterilen aynı hikaye ülkemizde hatırı sayılır bir izleyici kitlesine sahipti. Hikayesi karışık ve ağırdır... Çünkü hikayenin aksiyon tarafından çok zeka ve (olabildiği kadarıyla) duygu kısmıyla ilgilenir roman... 
Köstebek de aynısını yapıyor. Gir Kanıma (Let The Right One In) filmiyle gönlümüzü kazanan Tomas Alfredson yine çok estetik ve incelikli bir film çıkarıyor önümüze. İngiliz istihbaratının giyimine, stiline, konumasına dikkat eden ajanları 70’lerin koyu soğuk savaş zamanında birbirlerinin ama bir yandan da başka ülkelerin kuyularını kazıyorlar... Onlar 'sistem' tarafından verilmiş yetki ve güçleriyle ulusların kaderleriyle oynarlar... Bunu yaparken "kalp"lerini dinlemezler ya da dinlemez gözükürler... Köstebek'te bize gösterilen ajanların kalplerini gizlemek için ne kadar büyük çabalar harcadıklarına şahit olacaksınız... 
Bütün bu kaotik günlerin içinde Smiley aralarındaki 'köstebek’i bulmak zorundadır. Bu görev sinema tarihinin en romantik cinayetlerinden (!) biriyle sonuçlanacaktır üstelik... 
Köstebek'te birbirinden iyi oyunculuklar izliyoruz ama Gary Oldman’ın incelikli ve usul usul, ekonomik bir tavırla ele aldığı Smiley’i izlemek gerçekten meraklısı için büyük bir keyif... Ama Oldman'ın dışında BBC dizisinde Sherlock Holmes'u başarıyla canlandıran Benedict Cumberbatch, Mark Strong ve Tom Hardy de dikkat çekiyor... Filmde yaklaşık 10-15 dakikalık yer işgal eden 70’lerin İstanbul’u sahneleri ise gerçekten çok başarılı... Son jeneriğinde İstanbul ekibinin kalabalıklığını görünce zaten anlıyoruz bu başarının sebebini...
Gir Kanıma ve Dövüşçü (The Fighter) filmlerininde görüntü yönetmenliğini yapan Hoyte Van Hoytema’nın işçiliğine ise laf yok... 4/5

JACK VE JILL (Jack And Jill)
Al Pacino’yu bu filmde, kötü yazılmış bu senaryonun içinde öyle cıvık hareketler yaparken izlemek öyle büyük bir acı veriyor ki tarifi yok bunun...
Reklam yönetmeni Jack, bir türlü anlaşamadığı ve de pek sevmediği ikiz kız kardeşi Jill’in ziyaretini kısa kesmeye çalışır ama Jill erkek kardeşinin yanında epey bir vakit geçirmek niyetindedir. Bu arada Jack bir Dunkacino adlı (!) bir çöreğin reklamı için Al Pacino’yu ikna etmek zorundadır... Al Pacino da meğer öyle boş ve öyle dangalak bir hayat yaşamaktaymış ki bu Jill adlı kaba saba kadına aşık oluverir... Ama Jill Al Pacino’dan hiç hoşlanmamıştır vs vs...
Al Pacino ve Robert De Niro’nun kariyerlerinin son filmleri böyle mi olacaktı? De Niro’ya nispeten alışmıştık da Pacino’nun son yıllarda De Niro’yu geçercesine kötü film seçme merakına ne diyeceğiz? Para mı? Efsanevi bir isime sahip olmanın getirdiği bir sorumluluk yok mu? Osuruk sesleriyle dolu, Adam Sandler’ın saçma sapan esprilerine sırtını dayayan bu son derece kaba komedide Al Pacino’nun ne işi var? 1/5