Eleştirmenin Not Defteri

22 Ocak 2016 Cuma

“STARMAN” AİT OLDUĞU YERDE ŞİMDİ

90’lı yıllara çeyrek kalmış; 14-15 yaşında ergensin, kızgınsın, evde-okulda işler çok yolunda değil, öfkelisin ama çekingensin de, ne olmak istediğin konusunda hiçbir fikrin de yok, dünyanın en yalnız insanı sensin sanki, okumak/sinemaya gitmek bir yerden sonra yetmiyor, ne okulda mutlusun, ne evde, ne sokakta... Hani böyle ortada kaldığın bir dönem vardır o ergenlik zamanında, tam oradasın... David Bowie’yle tanışmak için en müsait zaman işte tam da bu zaman olsa gerek... Sonra bir kırılma noktası...
Beyoğlu’nda İstiklal Caddesinin sonunda, bahçe içinde (benim için adeta bir cennet bahçesi olan Narmanlı Han) küçücük bir plakçı dükkanında plaklardan kaset kaydı yapan gözlüklü bir ağabey var, adı Murat. (Yıllar sonra aynı gazetede, ‘Gazetepazar’da o müzik yazıları yazarken ben sinema yazacaktım...) Stüdyo İmge okumaya başlamışım ve ilk okuduğum sayıda sadece “Tonight” ve “Never Let Me Down” albümlerini bilip (en zayıf albümleri de denebilir) birkaç şarkısını sevdiğim David Bowie çıkmış karşıma. Sanırım çeviri bir Bowie yazısıydı okuduğum, soluğu plakçıda almışım. 1970 tarihli “The Man Who Sold The World” ilk kaydettirdiğim albümü oldu.
Kardeşimle paylaştığım küçücük odamda, yatağıma uzandım, kulağımda David Bowie “All The Madmen”i söylüyor. Bowie yıllar sonra intihar edecek olan şizofreni hastası üvey kardeşinin hastanedeki günlerini anlatıyor, sanki onun ağzından. Zaten kıstırılmış hissediyorsun, deliliğin sınırlarında dolaştırıyor seni: “Ben burada kalmayı tercih ederim, bütün delilerle birlikte / Üzgün adamlarla perişan olup, orada burada dolaşıp / Onlarla oynamayı tercih ederim, bütün delilerle birlikte”
Sonra “After All” geliyor... Rock müzikte hiç duymadığın vals dokunuşları ve panayır müziğinden esintiler var içinde: Kulağıma fısıldıyor şunları: “Bazı insanlar birlikte yürürler / ve bazıları yalnız ve sessizdirler / Bazıları koşarlar, küçük olanlar emekler / Ama bazıları sessizce oturur, onlar yaşlı çocuklardır, bu kadardır en nihayetinde..” Bana söylüyor sanki, sadece bana... “İnsanoğlu bir ‘engel’dir, palyaço kadar hüzünlü / Öyleyse hiçliğe tutun, o seni hiç bırakmaz”... “The Man Who Sold The World”de de tamamlıyor insanoğlunun hiçliğini: “Yalnız ölmeliydik / uzun, çok uzun zaman önce”.. Bunlar nasıl sözler? Bu nasıl bir müzik? Nasıl bir melankoli insanı sarıp sarmalayan... ‘Ben daha doğmamışken, 1970’de beni yakalamış bu adam’ hissiyatı, bir dostla kavuşmak sanki... Sonraki haftalar bütün harçlıklar Bowie plaklarından kaydedilmiş Bowie kasetlerine gitti. Hepsi defalarca dinlendi. Şarkılar ezberlendi. Röportajları okundu, onun işaret ettiği kitaplar, şarkılar, filmler bulundu. David Bowie ruhumu iyileştirdi, sakinleştirdi.
Dünyanın bir sahne olduğunu, hayatların birer film olduğunu, hepimizin de bu filmlerdeki birer oyuncu olduğumuzu şarkılarında bu kadar çok söyleyip de, bir bukalemun gibi sürekli değişen, karakterler yaratan bu komple sanatçı nasıl olur da benim neredeyse 30 yıl, onu en başından dinleyenlerin 50 yıllık bir zamandır kalbine dokunabildi? Bu kadar oyunculuğun, hikayenin içinde nasıl bu kadar ‘hakiki’ kalabildi? O farklı sesiyle, daha ingilizceye o kadar da hakim olmadan, o kadar şaşkın, o kadar tecrübesiz, yalnız ve mutsuz bir çocuğun kulağına ‘korkma yanındayım, cesur ol’ diyen bir adamdı bu adam. İnsana babası yapmıyor bu zamanda böyle bir şeyi neredeyse...
Sonraları Bowie neden uzay imgesiyle bu kadar uğraşıyor diye çok düşündüm onu dinledikçe. “Space Oddity” ile başlayan kendisini uzaya bırakan astronot Major (Binbaşı) Tom’un hikayesini “Ashes to Ashes”ta sürdürür. Dünyaya düşen bir uzaylının, Ziggy Stardust’ın sonu hazin hikayesini bir sene içinde bitirir ama Bowie’nin yıldızlararası yolculuğu kariyeri boyunca devam eder. “Starman”, “Fantastic Voyage”, “Dünyaya Düşen Adam” (The Man Who Fell The Earth) sinema filmi (sanki uyarlandığı romanı Walter Tewis onun için yazmış!), “Hello Spaceboy” ve sonunda da 2016’da “Blackstar” ile büyük uzay yolculuğunu tamamladı. Aslında meselesi, insanın içindeki uzaydı. Bizi içimizdeki uzayla tanıştırdı. Onu iyi dinleyenleri içlerindeki gizli kuytularını keşfetmeye çıkarttı.
Avrupalı dinleyecileri ise buna ek olarak Bowie’nin aynen vaadettiği gibi bir eğlenceli yolculuk yaşamıştı. Bizim gibi ülkelerde Bowie hayranlığının içinde bu kafası dumanlı eğlencenin, ‘glam rock’ın renkli dünyasının, Berlin barlarındaki gibi kalabalık eğlencelerin filan yeri pek azdır. Bizim gazeteler Bowie ile ilgili haberlerde kendisine “hötöröf” diye hitap etmektedirler hatta! Yani kibarca ‘ibne’! Bowie’nin Ziggy Stardust’ından haberleri yoktu, zaten olsa da büyüklerimizin prim vereceği bir şey değildi böyle şeyler... Anca görüntüsüne bakıp ‘ne kadın ne erkek olması’yla dalga geçilirdi.
Oysa o dünyadaki bu keşmekeşten sıkılmış, Mars’ta hayat olup olmadığını merak eden fare saçlı kızları (Life on Mars), dünyaya gelmenin büyük talihsizlik olduğunu düşünen, hep aynı arabayla kaza yapan oğlanları (Always Crashing In The Same Car) teselli eder. Bazen kendini bir uzaylı gibi hissetmenin şiirini yazar... Yalnızlığın müziğini besteler. Şarkıları kafanızda canlandırabileceğiniz dramatik imgelerle doludur.
Fantastic Voyage”da usulca şunu söyler Bowie: “Başkalarının depresyonuyla yaşamayı öğreniyoruz / Ve ben başkalarının depresyonuyla yaşamak istemiyorum”, giderek bir çığlığa dönüşen “Heroes”u dinlerken başkalarının depresyonundan bir gün kurtulacağımıza inandık fare saçlı kızlar ve hep aynı arabada kaza yapan oğlanlar olarak.
Tuhaf bir şekilde, kendisinin içinde başka ‘ben’ler taşıyıp bunlarla ne yapacağını bilemeyenlere binlerce kilometre öteden ulaşmayı başaran sanatçılardan biriydi Bowie. Bunu sadece şarkı sözleriyle değil, rock müziğe çok bağımlı kalmadan yaptığı bestelerle de gösterdi. Melankoli duygusunu sadece bildiğimiz, alıştığımız melodik yapılarda değil o yapıların arasında kalan ‘boşluk’larda da deneysel karışımlar yaparak yakaladı. Cazla, elektronik müzikle, ‘drum n bass’la, funk’la doldurdu. İnterneti en verimli kullanan oydu, tuhaf bir video oyununa müzik ve seslendirme yaptı (Omikron), çok istediği gibi bir sonuca ulaşamasa da bir rock grubu kurdu (Tin Machine), çocuklar için “Peter And The Wolf”u seslendirdiği bir plak bile yaptı... Sayısız müzisyene, yazara, şaire ve filme ilham oldu.
Ne zaman bir filmde rastlasam bir şarkısına, bir sırrım açığa çıkmış gibi olurum hâlâ yıllardır. Nasıl da yakışır bazı filmlere Bowie... Mesela “Space Oddity”, “Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı”nda hayal ettiği başka bir hayata son anda cesaretle atlamaya karar veren Walter’a eşlik eder (şu sahnede). “Seven”ı “Heart’s Filthy Lesson” ile “Amerikan Sapığı”nı da “Something In TheAir” ile kapatırız. Bu tekinsiz şarkılar iki filmin de hastalıklı hücrelerini deşifre ederek salondan ayrılmamızı sağlar. Dünyası Bowie’ye en yakın olan yönetmenler listesinin belki de başında olan David Lynch’in “Ateşle Benimle Yürür”ünde (Fire Walk With Me) iki dünya arasında kalmış bir ajan rolünde küçücük de olsa görünür ama esas Lynch’in “Kayıp Otoban”ına (Lost Highway) “I’m Deranged” ile müthiş bir karizma katar... “Francis Ha” ile sokaklarda “Modern Love” ile koşarız (bu sahnede), “Marslı”nın (The Martian) yalnız astronotuyla “Starman” eşliğinde süzülürüz Mars gezegeninde...
Sinemada da epey filmi vardır ama perdede en çok da “Dünyaya Düşen Adam” (The Man Who Fell The Earth), “İyi Noeller Mr. Lawrence” (Merry Christmas Mr. Lawrence), “Labirent” (The Labyrinth) ve “Açlık”taki (The Hunger) performanslarıyla hatırlanır...
David Bowie’nin öldüğü gün saatlerce ağladım... Michael Jackson’da da üzülmüş, bir parça ağlamıştım, ama klişe ifadeyle ‘çocukluğumdan bir parça daha gitti’ üzüntüsüydü o. Bowie’nin gidişinde hıçkıra hıçkıra ağlamamın sebebi onsuz günlerime geri dönme, yalnız kalma korkusuydu belki de. Ama şimdi elimde bir tomar CD, bir sürü kitap, filmler ve beraber onun müziklerini dinleyip kliplerini izlediğim bir oğlum var.
Bir sene önceden bildiği ölümüne hazırlık yaparken “Blackstar” ve “Lazarus” gibi son derece anlamlı sözler ve kliplerle donattığı 7 şarkılık bir albümle veda etti bize. Bana. Ruhumu temize çeken, beni sakinleştiren, bütün bu hoyratlığın ortasında insan olmayı çekilir kılan kahramanlarımdan biri olan David Bowie... Sana çok teşekkür ederim dostum, kendi Major Tom’umla beni barıştırdığın için... Ve teşekkürler son şarkında “Buraya yukarı bak, ben cennetteyim” diyorsun ya sakince, hâlâ teselli ediyorsun beni artık ait olduğun gökyüzünden...       



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder