90’lı yıllara çeyrek kalmış; 14-15 yaşında ergensin,
kızgınsın, evde-okulda işler çok yolunda değil, öfkelisin ama çekingensin de,
ne olmak istediğin konusunda hiçbir fikrin de yok, dünyanın en yalnız insanı
sensin sanki, okumak/sinemaya gitmek bir yerden sonra yetmiyor, ne okulda
mutlusun, ne evde, ne sokakta... Hani böyle ortada kaldığın bir dönem vardır o
ergenlik zamanında, tam oradasın... David Bowie’yle tanışmak için en müsait
zaman işte tam da bu zaman olsa gerek... Sonra bir kırılma noktası...
Beyoğlu’nda İstiklal Caddesinin sonunda, bahçe içinde
(benim için adeta bir cennet bahçesi olan Narmanlı Han) küçücük bir plakçı dükkanında plaklardan kaset kaydı
yapan gözlüklü bir ağabey var, adı Murat. (Yıllar sonra aynı gazetede,
‘Gazetepazar’da o müzik yazıları yazarken ben sinema yazacaktım...) Stüdyo İmge
okumaya başlamışım ve ilk okuduğum sayıda sadece “Tonight” ve “Never Let Me
Down” albümlerini bilip (en zayıf albümleri de denebilir) birkaç şarkısını
sevdiğim David Bowie çıkmış karşıma. Sanırım çeviri bir Bowie yazısıydı
okuduğum, soluğu plakçıda almışım. 1970 tarihli “The Man Who Sold The World”
ilk kaydettirdiğim albümü oldu.
Kardeşimle paylaştığım küçücük odamda, yatağıma
uzandım, kulağımda David Bowie “All The Madmen”i söylüyor. Bowie yıllar sonra
intihar edecek olan şizofreni hastası üvey kardeşinin hastanedeki günlerini
anlatıyor, sanki onun ağzından. Zaten kıstırılmış hissediyorsun, deliliğin sınırlarında
dolaştırıyor seni: “Ben burada kalmayı tercih ederim, bütün delilerle birlikte /
Üzgün adamlarla perişan olup, orada burada dolaşıp / Onlarla oynamayı tercih
ederim, bütün delilerle birlikte”
Sonra “After All” geliyor... Rock müzikte hiç duymadığın vals dokunuşları ve panayır müziğinden esintiler var içinde: Kulağıma fısıldıyor şunları: “Bazı insanlar birlikte yürürler / ve bazıları yalnız ve sessizdirler / Bazıları koşarlar, küçük olanlar emekler / Ama bazıları sessizce oturur, onlar yaşlı çocuklardır, bu kadardır en nihayetinde..” Bana söylüyor sanki, sadece bana... “İnsanoğlu bir ‘engel’dir, palyaço kadar hüzünlü / Öyleyse hiçliğe tutun, o seni hiç bırakmaz”... “The Man Who Sold The World”de de tamamlıyor insanoğlunun hiçliğini: “Yalnız ölmeliydik / uzun, çok uzun zaman önce”.. Bunlar nasıl sözler? Bu nasıl bir müzik? Nasıl bir melankoli insanı sarıp sarmalayan... ‘Ben daha doğmamışken, 1970’de beni yakalamış bu adam’ hissiyatı, bir dostla kavuşmak sanki... Sonraki haftalar bütün harçlıklar Bowie plaklarından kaydedilmiş Bowie kasetlerine gitti. Hepsi defalarca dinlendi. Şarkılar ezberlendi. Röportajları okundu, onun işaret ettiği kitaplar, şarkılar, filmler bulundu. David Bowie ruhumu iyileştirdi, sakinleştirdi.
Sonra “After All” geliyor... Rock müzikte hiç duymadığın vals dokunuşları ve panayır müziğinden esintiler var içinde: Kulağıma fısıldıyor şunları: “Bazı insanlar birlikte yürürler / ve bazıları yalnız ve sessizdirler / Bazıları koşarlar, küçük olanlar emekler / Ama bazıları sessizce oturur, onlar yaşlı çocuklardır, bu kadardır en nihayetinde..” Bana söylüyor sanki, sadece bana... “İnsanoğlu bir ‘engel’dir, palyaço kadar hüzünlü / Öyleyse hiçliğe tutun, o seni hiç bırakmaz”... “The Man Who Sold The World”de de tamamlıyor insanoğlunun hiçliğini: “Yalnız ölmeliydik / uzun, çok uzun zaman önce”.. Bunlar nasıl sözler? Bu nasıl bir müzik? Nasıl bir melankoli insanı sarıp sarmalayan... ‘Ben daha doğmamışken, 1970’de beni yakalamış bu adam’ hissiyatı, bir dostla kavuşmak sanki... Sonraki haftalar bütün harçlıklar Bowie plaklarından kaydedilmiş Bowie kasetlerine gitti. Hepsi defalarca dinlendi. Şarkılar ezberlendi. Röportajları okundu, onun işaret ettiği kitaplar, şarkılar, filmler bulundu. David Bowie ruhumu iyileştirdi, sakinleştirdi.
Dünyanın bir sahne olduğunu, hayatların birer film olduğunu,
hepimizin de bu filmlerdeki birer oyuncu olduğumuzu şarkılarında bu kadar çok
söyleyip de, bir bukalemun gibi sürekli değişen, karakterler yaratan bu komple
sanatçı nasıl olur da benim neredeyse 30 yıl, onu en başından dinleyenlerin 50
yıllık bir zamandır kalbine dokunabildi? Bu kadar oyunculuğun, hikayenin içinde
nasıl bu kadar ‘hakiki’ kalabildi? O farklı sesiyle, daha ingilizceye o kadar
da hakim olmadan, o kadar şaşkın, o kadar tecrübesiz, yalnız ve mutsuz bir
çocuğun kulağına ‘korkma yanındayım, cesur ol’ diyen bir adamdı bu adam. İnsana
babası yapmıyor bu zamanda böyle bir şeyi neredeyse...
Sonraları Bowie neden uzay imgesiyle bu kadar uğraşıyor diye
çok düşündüm onu dinledikçe. “Space Oddity” ile başlayan kendisini uzaya
bırakan astronot Major (Binbaşı) Tom’un hikayesini “Ashes to Ashes”ta sürdürür.
Dünyaya düşen bir uzaylının, Ziggy Stardust’ın sonu hazin hikayesini bir sene
içinde bitirir ama Bowie’nin yıldızlararası yolculuğu kariyeri boyunca devam eder.
“Starman”, “Fantastic Voyage”, “Dünyaya Düşen Adam” (The Man Who Fell The
Earth) sinema filmi (sanki uyarlandığı romanı Walter Tewis onun için yazmış!),
“Hello Spaceboy” ve sonunda da 2016’da “Blackstar” ile büyük uzay yolculuğunu
tamamladı. Aslında meselesi, insanın içindeki uzaydı. Bizi içimizdeki uzayla
tanıştırdı. Onu iyi dinleyenleri içlerindeki gizli kuytularını keşfetmeye
çıkarttı.
Avrupalı dinleyecileri ise buna ek olarak Bowie’nin aynen
vaadettiği gibi bir eğlenceli yolculuk yaşamıştı. Bizim gibi ülkelerde Bowie
hayranlığının içinde bu kafası dumanlı eğlencenin, ‘glam rock’ın renkli
dünyasının, Berlin barlarındaki gibi kalabalık eğlencelerin filan yeri pek
azdır. Bizim gazeteler Bowie ile ilgili haberlerde kendisine “hötöröf” diye
hitap etmektedirler hatta! Yani kibarca ‘ibne’! Bowie’nin Ziggy Stardust’ından
haberleri yoktu, zaten olsa da büyüklerimizin prim vereceği bir şey değildi
böyle şeyler... Anca görüntüsüne bakıp ‘ne kadın ne erkek olması’yla dalga
geçilirdi.
Oysa o dünyadaki bu keşmekeşten sıkılmış, Mars’ta hayat olup
olmadığını merak eden fare saçlı kızları (Life on Mars), dünyaya gelmenin büyük
talihsizlik olduğunu düşünen, hep aynı arabayla kaza yapan oğlanları (Always Crashing In The Same Car) teselli eder. Bazen kendini bir uzaylı gibi
hissetmenin şiirini yazar... Yalnızlığın müziğini besteler. Şarkıları kafanızda
canlandırabileceğiniz dramatik imgelerle doludur.
“Fantastic Voyage”da usulca şunu söyler Bowie: “Başkalarının
depresyonuyla yaşamayı öğreniyoruz / Ve ben başkalarının depresyonuyla yaşamak
istemiyorum”, giderek bir çığlığa dönüşen “Heroes”u dinlerken başkalarının
depresyonundan bir gün kurtulacağımıza inandık fare saçlı kızlar ve hep aynı
arabada kaza yapan oğlanlar olarak.
Tuhaf bir şekilde, kendisinin içinde başka ‘ben’ler taşıyıp
bunlarla ne yapacağını bilemeyenlere binlerce kilometre öteden ulaşmayı başaran
sanatçılardan biriydi Bowie. Bunu sadece şarkı sözleriyle değil, rock müziğe
çok bağımlı kalmadan yaptığı bestelerle de gösterdi. Melankoli duygusunu sadece
bildiğimiz, alıştığımız melodik yapılarda değil o yapıların arasında kalan ‘boşluk’larda
da deneysel karışımlar yaparak yakaladı. Cazla, elektronik müzikle, ‘drum n
bass’la, funk’la doldurdu. İnterneti en verimli kullanan oydu, tuhaf bir video
oyununa müzik ve seslendirme yaptı (Omikron), çok istediği gibi bir sonuca
ulaşamasa da bir rock grubu kurdu (Tin Machine), çocuklar için “Peter And The
Wolf”u seslendirdiği bir plak bile yaptı... Sayısız müzisyene, yazara, şaire ve
filme ilham oldu.
Ne zaman bir filmde rastlasam bir şarkısına, bir sırrım açığa
çıkmış gibi olurum hâlâ yıllardır. Nasıl da yakışır bazı filmlere Bowie...
Mesela “Space Oddity”, “Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı”nda hayal ettiği başka
bir hayata son anda cesaretle atlamaya karar veren Walter’a eşlik eder (şu sahnede).
“Seven”ı “Heart’s Filthy Lesson” ile “Amerikan Sapığı”nı da “Something In TheAir” ile kapatırız. Bu tekinsiz şarkılar iki filmin de hastalıklı hücrelerini
deşifre ederek salondan ayrılmamızı sağlar. Dünyası Bowie’ye en yakın olan
yönetmenler listesinin belki de başında olan David Lynch’in “Ateşle Benimle
Yürür”ünde (Fire Walk With Me) iki dünya arasında kalmış bir ajan rolünde
küçücük de olsa görünür ama esas Lynch’in “Kayıp Otoban”ına (Lost Highway) “I’m Deranged” ile müthiş bir karizma katar... “Francis Ha” ile sokaklarda “Modern
Love” ile koşarız (bu sahnede), “Marslı”nın (The Martian) yalnız astronotuyla “Starman”
eşliğinde süzülürüz Mars gezegeninde...
Sinemada da epey filmi vardır ama perdede en çok da “Dünyaya
Düşen Adam” (The Man Who Fell The Earth), “İyi Noeller Mr. Lawrence” (Merry Christmas Mr. Lawrence), “Labirent” (The Labyrinth) ve “Açlık”taki (The Hunger)
performanslarıyla hatırlanır...
David Bowie’nin öldüğü gün saatlerce ağladım... Michael
Jackson’da da üzülmüş, bir parça ağlamıştım, ama klişe ifadeyle ‘çocukluğumdan
bir parça daha gitti’ üzüntüsüydü o. Bowie’nin gidişinde hıçkıra hıçkıra
ağlamamın sebebi onsuz günlerime geri dönme, yalnız kalma korkusuydu belki de.
Ama şimdi elimde bir tomar CD, bir sürü kitap, filmler ve beraber onun müziklerini
dinleyip kliplerini izlediğim bir oğlum var.
Bir sene önceden bildiği ölümüne hazırlık yaparken
“Blackstar” ve “Lazarus” gibi son derece anlamlı sözler ve kliplerle donattığı 7
şarkılık bir albümle veda etti bize. Bana. Ruhumu temize çeken, beni
sakinleştiren, bütün bu hoyratlığın ortasında insan olmayı çekilir kılan
kahramanlarımdan biri olan David Bowie... Sana çok teşekkür ederim dostum,
kendi Major Tom’umla beni barıştırdığın için... Ve teşekkürler son şarkında
“Buraya yukarı bak, ben cennetteyim” diyorsun ya sakince, hâlâ teselli
ediyorsun beni artık ait olduğun gökyüzünden...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder