Eleştirmenin Not Defteri

26 Aralık 2015 Cumartesi

ERTUĞRUL 1890

Olmuyor, olamıyor, bu gidişle olamayacak da!
Japonya-Türkiye ortak yapımı olan “Ertuğrul 1890”, iki ülke arasındaki ilişkileri sağlamlaştırmayı hedefleyen bir ‘canlandırma’ daha çok. Başka bir mantıkla ele alınabilseymiş şahane bir epik film olabilirmiş...

1887’deki Japon heyetinin İstanbul ziyaretinden birkaç yıl sonra Sultan II. Abdülhamit, bir iade-i ziyaret amacıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun gurur duyduğu Ertuğrul fırkateynini Japonya’ya uzun bir sefere gönderir. 600’den fazla mürettebatıyla İstanbul’dan yola çıkan gemi aylarca süren yolculuk sonunda Japonya’ya varır. Ancak dönüş yolunda çok sert bir fırtınaya denk gelinir ve bu büyük gemi sürüklendikleri kayalara çarparak parçalanır. Muhtelif kaynaklara göre bu kazadan 60 küsur denizci kurtulabilmiştir sadece ve 500’den fazla şehit vardır... Kurtulanlar ise büyük oranda hayatlarını Kushimoto kasabasının fakir köylülerinin canhıraş yardımlarına borçludur.
Japon yönetmen Mitsutoshi Tanaka, bu deniz kazasını öncesi ve sonrasıyla teknik olarak aşmayı başarıyor. Ancak senaryo biraz da iki ülkenin devletlerinin süzgeci ve gözetiminden geçtiği için olsa gerek kamu spotu mantığından çok da uzaklaşamayıp ete kemiğe bürünemiyor. Balıkçılıkla geçinen Japon köylülerinin ve parasız hizmet veren doktorun hikayenin içindeki varlıkları çok da güçlü değil. Ertuğrul fırkateyninin içindeki askerlerin arasına da şöyle bir giriyor kamera ama dolaşmaktan öteye geçemiyor. Aylarca süren yolculuğun onlarda yarattığı etkiye çok az şahit olabildiğimiz gibi kazadan sonra kurtulanların o köydeki hallerine de fazla şahit olamıyoruz, hepsi figüran olarak kalıyorlar. Oysa dillerinden tek kelime bile anlamadıkları yoksul köylüler tarafından kurtarılan askerlerin o küçücük köyde yaşadıkları üzerinden neler anlatılabilirdi.. Yüzbaşı Mustafa (sektörün yeterince faydalanmadığını düşündüğüm Kenan Ece) ve makine dairesinden sorumlu Bekir Çavuş (yine daha fazla değerlendirilmesi gereken oyunculardan Alican Yücesoy) karakterlerine belli bir ölçüde yoğunlaşıyor senaryo ama yeterli olamıyor. İkisinin birbirlerine olan ‘gıcıklığı’ ise “hoca bana taktı” klişesinin ötesine geçemiyor. Geminin koca yolculuğunda neler yaşandığına değinilmediği gibi Japonya’daki limanda gemicilerimizin yakalandığı kolera salgınının da sadece bir cümle içinde kullanılması ayrı bir enteresan! Nişanlısını yine bir deniz kazasında kaybetmiş olan Japon hemşire kızın, Mustafa’ya olan yakınlaşması ise böylesi bir epik filmde minimum olması gerektiği kadar bile yer bulamamış kendisine, yarım yamalak kalmış...
Filmde Uğur Polat, Mehmet Özgür ve Tamer Levent gibi usta oyuncularımızın da olmasına rağmen hepsi figüran gibi kullanılmışlar. Japon yönetmen bile kendi milliyetinin karakterlerine yabancılaşmış adeta, hiçbiri tatmin edici şekilde perdeye yansıtılamamışlar. Klişe tipler olarak kalakalmışlar.  

İkinci yarı da sorunlu!
Tabi bu sıkışıklığın sebeplerinden biri de filmin ikinci bölümünde 1985 yılında yaşanan bir olaya daha yer verilmesi. İran-Irak savaşı sırasında Saddam Hüseyin’in 24 saat sonra İran hava sahasını sivil uçaklara kapatacağını ilan edip bu yasağa uymayan tüm uçakların düşürüleceğini duyurmasının ardından ülkedeki yabancılar kendi vatanlarına dönmek için büyük bir mücadele vermek zorunda kalırlar. Japon hükümeti 200’ü aşkın vatandaşı için bir uçak gönderemez, dönemin başbakanı Turgut Özal’dan yardım ister. Özal da THY’ye gizli bir seferle bir uçak daha gönderilmesi talimatını verir. Uçak yasağın başlamasından birkaç saat kala iner, Tahran’daki Japon işçileri ve ailelerini alıp İstanbul’a taşır.
Film bize bu olayı da anlatıyor ikinci yarısında. Ertuğrul vakasındaki Japon köylülerin fedakarlığının karşılığının Tahran’daki uçağı bekleyen Türklerin yerlerini Japonlara vermesi üzerinden ödendiğini ima ediyor. Ama özellikle de Türk yolcuların kendi yerlerini Japonlara verdiği sahnedeki “reklam filmi” kokusu çok belirgin. Bu sahnenin dramatik olarak ‘iteklenmiş’ olduğu açıkça belli. Zaten zamanın gazetelerini araştırınca olayın tam da öyle gerçekleşmediği belli oluyor. Tabi ki sinema filmlerinin tarihi olayları dramatize ederek göstermesi alışkın olduğumuz bir şey. Ancak hikayenin bu ikinci kısmı o kadar fazla süslenmiş ve devletçi bir bakışla ele alınmış ki yapılan bütün abartılı dramatik müdahaleler sırıtıyor. Özal’a “Ne mutlu bana ki böyle aziz bir halkın başbabakanıyım” dedirtmek filan da komik oluyor bunların üzerine... 
Kenan Ece’nin ve Shiori Kutsuna’nın her iki bölümde de farklı karakterlerde rol almaları da akla “reenkarnasyon”u getiriyor ama filmde o kadar çok göze batan şeyin arasında hoşgörülecek bir espri olarak kendisine yer bulabiliyor yine de.
Çok emek harcandığı her karesinden belli olan “Ertuğrul 1890” daha özgür bir sermayeyle ele alınsa ve daha güçlü bir senaryosu olsa çok daha kalıcı ve etkili bir film olabilirmiş. Ama bu tercih edilmeyip büyük, pahalı, "resmi" ve bol hamasetli bir reklam filmi yapılmak istenmiş. Yazık olmuş...  2/5

Ertuğrul 1890
Yönetmen: Mitsutoshi Tanaka
Oyuncular: Kenan Ece, Yukiyoshi Ozawa, Shiori Kutsuna, Alican Yücesoy, Melis Babadağ, Mehmet Teoman, Uğur Polat, Tamer Levent
132 dakika

18 Aralık 2015 Cuma

STAR WARS: GÜÇ UYANIYOR

Üç kuşağın beklediği film! 

“Star Wars: Güç Uyanıyor” büyük bir medya bombardımanı eşliğinde geldi nihayet. Serinin fanatikleri genelde memnun. Nasıl memnun olunmasın ki, bütün eski dostlar tekrar aramızdalar...

İlk “Star Wars” filmini izlediğimde 7-8 yaşlarındaydım. Amcam beni elimden tutup Topkapı Sur sinemasına götürdüğünde olağanüstü bir şey seyredeceğimi biliyordum. Daha gazete ilanlarından belli ediyordu kendisini. Büyülenmiştim ve uzun bir süre her gece yatmadan önce yatağımda filmi baştan aşağı kendime sahne sahne hatırlatarak uyuyakalmıştım. 
1977 yapımı ilk “Yıldız Savaşları” filmi tam üç yıl sonra 1980 yılında ülkemiz salonlarında izlenebilmişti... 12 Eylül darbesine adım adım yaklaşıldığı günlerde biz çocukların dünyasına güneş gibi doğmuştu. Mitolojiden, çizgi romanlardan, western sinemasından, doğu mistizminden beslenerek yaratılmış şahane bir fantastik karışımdı ve zamane çocuklarının daha önce hiç izlemedikleri bir şeydi.
George Lucas hikayesini anlatmaya tam ortasından başlamış, 1977’de başlayıp üçer yıl arayla çektiği orijinal üçlemenin öncesini de 1999 yılında başlayıp yine üçer yıl arayla çektiği ikinci bir üçlemeyle anlatabilmişti. İkinci üçlemenin olanca ‘karton’ görünümlerine rağmen yine de iyi olduklarını düşünenlerdenim. Özellikle de Anakin’in Darth Vader’e dönüşme filmi olan  “Episode III: Revenge of the Sith”in karanlığı ve altında yatan politik zemini etkileyicidir. Bu rengarenk fantazyanın altında katılın ya da katılmayın hep bir politik zemin de vardı zaten. 
Her ne kadar “uzun zaman önce, çok çok uzak bir galakside” diye başlasa da “Star Wars” evreni o kadar da uzağımızda olmadı hiçbir zaman. Doğu dinlerinin bir karması gibi karşımıza çıkan ve jedi şövalyelerinin dillerinden düşürmedikleri “güç” (kudret) kavramı bizde tasavvufi okumalara son derece açıktır. Bütün canlıların evrene kattığı enerjinin toplamını “force” ile ifade eder. İnsan çevresindeki enerjiyi olumlu ya da olumsuz bir hale getirebilecek güçte bir varlıktır. Mesele insanın içindeki aydınlık-karanlık tarafların dengesini ne derece koruduğu ve içindeki aydınlığa ya da karanlığa kendisini bırakıp bırakmadığıdır. Orijinal üçlemenin ‘karanlık tarafı’nı soğuk savaş yıllarının popüler tabusu Sovyet Rusyası, iyi tarafını ise özgürlükçü kapitalistler olarak okumak da mümkündü. Ama sonraki üçleme kesinlikle ABD’nin Bush dönemine karşı sert bir eleştiriydi.
Yarattığı korku politikalarıyla bütün galaksiyi yönetimi altına almak isteyen imparatorluk, eski cumhuriyeti yıkıp faşist bir idare kurmayı amaçlar. Direnişçileri örgütleyen jedi şövalyeleri ise içlerinden çıkıp bütün dengeleri altüst eden Anakin Skywalker’ın katkısıyla büyük bir hezimete uğrar. Orijinal üçlemede de, karanlık tarafına yenilip Darth Vader’a dönüşmüş olan Anakin’in oğlu Luke Skywalker’ın ‘jedi’ olma sürecini izliyor ve onun öncülüğünde toparlanan asiler sayesinde imparatorluğun çöküşüne şahit oluyorduk.

Yeni ama çok da tanıdık
Yeni üçlemenin bu ilk filminde ise bu çöküşün 30 yıl sonrasına gidiyoruz. Orijinal üçlemenin senaryolarında da adını gördüğümüz Lawrence Kasdan’ın senaryosundan da anladığımız gibi, yönetmen J.J. Abrams’ın tercihi eski üçlemeye daha yakın bir film yapmakmış. Abrams yeni kuşaktan çok serinin eski fanatiklerini daha çok önemseyip onları hoş tutmayı istemiş öncelikle. Filmin yeni ‘kötü’ Kylo Ren’in girişiyle başlaması, iyi kahramanların hikayeye bir droid tarafından dahil edilişleri, bilge bir kahramanın büyük mücadeleyi başlatıp hayatını kaybetmesi, trajik bir baba-oğul hesaplaşması, Yoda gibi iri gözleri olan ufak tefek bir karakter, paralel kurguyla hem havada hem de yerde süren bir düelloyla gelen final, Finn'i baygın bir halde bırakmamız, jedi olduğunu yeni keşfeden bir ana karakter vs... Bütün bunlar orijinal üçlemeyi çok fazla hatırlatan dramatik numaralar. Abrams, bizi Han Solo, Leia, C-3PO, R2D2, Chewbacca ve Luke Skywalker’la misafir oyuncu mantığından uzak bir şekilde buluşturarak da tam tatmin sağlama peşinde. Filmin en iyi taraflarından biri de bu zaten. Yeniden çevrimlere konuk oyuncu olan eski başrol oyuncuları gibi değiller kesinlikle... Sanki o evrende yıllarca bizden uzak yaşamış o karakterler...
Bu sefer hikaye eski imparatorluğun kalıntılarından doğan ve “İlk Düzen” adlı yeni bir askeri organizasyonun yükselişiyle başlıyor. Snoke adlı kötü bir lider, tıpkı eski imparator Darth Sidious’un Anakin’i karanlık tarafa çekmesi gibi bir zamanlar Luke Skywalker’ın öğrencisi olan Kylo Ren’i yeni bir Darth Vader gibi maskeli bir kötülüğe dönüştürmüştür. Bütün dengeleri bozacağını düşündükleri, jedi soyundan gelen ve belli ki bu yeni üçlemenin Obi-Wan Kenobi’sine dönüşecek olan Luke Skywalker’ı bulup yok etme planlarını Leia ve Han Solo’nun öncülüğündeki direnişçiler bozmaya çalışırlar. İlk Düzen’in zırhlı askerlerinden biriyken vicdanının sesini dinleyerek asilere katılan Finn ile hurda satarak geçinmeye çalışan esrarengiz bir kız olan Rey de bu macerada önemli roller oynayacaklardır. Serinin fanatik izleyicilerini yeni karakterler konusunda memnun etmek çok zor ama, aralarındaki ilişki biraz ‘hızlı’ gelişiyor olsa da, Rey ve Finn bu konuda pek zorluk yaşamayacaklar gibi görünüyor. Bu arada yeni üçleme her zamankinden daha da büyük bir faşizm eleştirisi yapacak belli ki. Daha büyük bir ‘Ölüm Yıldızı’nı çok kalabalık bir asker topluluğunu ilk filmden gördük bile! Açıkçası Snoke adlı yüce liderdeki aceleye gelmişlik hissi beni rahatsız etmedi değil. Sıradan bir fantastik filmin kötü canavarı gibi görünüyor. Keşke hiç görünmeseydi, sadece esrarengiz bir ses olsaydı mesela!  
Henüz izlemeyenler için filmin sürprizlerini bozmayalım ama “A New Hope” ile olan bütün benzerliklerine rağmen kendisini baştan sona sıkmadan izleten filmde cevabı verilmeyen bir sürü de soru var... Kylo Ren’in Luke Skywalker’ın öğrencisiyken neden ondan ve ailesinden koptuğunu, Han Solo ve Leia’nın arasına neden büyük bir mesafe girdiğini, yeni kötü Snoke’un aslında kim olduğunu, Luke Skywalker’ın yerini gösteren haritanın ele geçiriliş hikayesini, Rey ve Finn’in geçmişlerini ve kim olduklarını henüz söylemiyor film. Lucas’ın 1977’de yaptığı gibi yine meselenin ortasından dalıyor anlatmaya... Muhtemelen de devam filmleriyle birlikte güzel bir bütün oluşturacak..
Sonuç olarak filmi sevip sevmemenizin ilk “Star Wars” filmi ile kurduğunuz kişisel bağla çok ilgisi var. Dört beş ay önce sosyal medyada yaptığım bir yorumda, ben olsam senaryoyu dört bir yana dağılmış ana karakterlerin tekrar bir araya toplanma filmi olarak tasarlardım ve ana karakterden birini de trajik bir şekilde öldürürdüm demiştim. Luke Skywalker’ın da filmde nasıl görüneceğini az buçuk tahmin etmiştim. “A New Hope”la yapılan, evet kimi zaman dozu biraz da kaçan bu 'aşinalık duygusu'na bozulan ve daha yeni bir şey bekledikleri için hayal kırıklığı yaşayan insanları da anlıyorum. Ama ne yapılırsa yapılsın 8-10 yaşlarında perdede izlediğimiz o ilk “Star Wars” deneyimini artık aynen yakalayabilmemiz mümkün değil maalesef! Hem bizim yaşanmışlıklarımız hem de sinemanın bugün geldiği nokta bize o deneyimi bir daha asla yaşatamayacak çünkü...
Diğer yandan genç seyirciler benim yaşımdakilerden farklı değerlendireceklerdir filmi illa ki. Bazı sahnelerinde, hayatımın en mutlu günlerinden biri olan ilk “Star Wars” filmini izlediğim o günü bana hatırlatan heyecanı ve bugünkü hüznümü hissedemeyecekler belki ama eminim filmden yine de zevk alacaklar... 4/5

Star Wars: The Force Awakens
Yönetmen: J.J. Abrams
Oyuncular: Harrison Ford, Carrie Fisher, Mark Hamill, Daisy Ridley, John Boyega, Adam Driver, Oscar Isaac, Lupita Nyong'o, Andy Serkis, Domhnall Gleeson, Anthony Daniels, Max Von Sydow
135 dakika






STAR WARS EVRENİNİN YENİ KAHRAMANLARI


REY (Daisy Ridley)
Hiçbir “Star Wars” filminde görmediğimiz güçte bir kadın karakter olmuş Rey. Hem Luke Skywalker hem de Han Solo’nun en iyi özelliklerini üzerinde taşıyan adeta bir Mad Max karakteri ya da bir çöl savaşçısı gibi... Biraz Keira Knightley’i andırsa da ondan güzel olan İngiliz genç oyuncu Daisy Ridley yeni üçlemenin kilit karakterlerinden birine hayat veriyor..












FINN (John Boyega)
Bir İlk Düzen askeriyken, bütün bir köy halkının katledilişine tanık olduktan sonra önce canını kurtarmak için kaçan sonra da direnişçilere katılan Finn, “Star Wars” evreninin en baskın siyahi kahramanı oldu şimdiden. Orijinal üçlemede tanıdığımız Lando karakterinin oğlu olmasından şüphelensek de film henüz bu konuda bir fikir vermiyor.












KYLO REN (Adam Driver)
Filmi henüz izlemeyenlerin tadını kaçırmayalım şimdi ama asıl adı Ben olan Kylo Ren’in anne-babasını çok iyi tanıyoruz.... Ama Darth Vader’a olan hayranlığı ve kalıtımsal benzerliği yeni üçlemenin en tehlikeli karakteri haline getiriyor onu. Kylo Ren’in henüz eğitimi tamamlamamış olması ve içindeki baba nefreti onu çok ilginç ve sürprizlere gebe bir karanlık karakter haline getiriyor...   












POE DAMERON (Oscar Isaac)
Direnişçilerin en usta pilotu... Luke Skywalker’ın bulunduğu yeri gösteren haritanın eksik parçasını bulan önemli bir karakter. Sonraki filmlerde daha etkili bir rolü olacak, hatta sonraki filmlerin Han Solo işlevini görecek belli ki...  












BB-8
Yeni droidimiz şahane bir tasarıma sahip. Bu kez daha duygusal bir droid olması tasarlanmış. Bu anlamda biraz “Wall-E”yi andırıyor ve sadık bir köpek yavrusu gibi aynı zamanda. Eski droid kahramanlarımız C-3PO ve R2D2 da var filmde ama BB-8 resmen rol çalmaya başladı daha ilk filmden...

11 Aralık 2015 Cuma

"DÜĞÜN DERNEK" OLAYI

"Düğün Dernek"in olayı nedir? İkinci film nasıl?
İlk “Düğün Dernek” filmi bize bir kez daha Türk sinemasının gişe filmlerinin komedi türüne mahkûm olduğunu kanıtladı. Türkiye’nin bu kasabalılıktan kurtulamamasının da bir göstergesidir bu tür ‘taşrada geçen komedi’lerin bu kadar rağbet görmesi. Tutan komedi filmlerindeki bu ‘yöresel’ dokunuşların fazlalığı, şehir hikayelerinin giderek azalmasına yol açıyor. Özellikle de komedi türünde. Bu filmlerin giderek afişleri, müzikleri, karakterleri de birbirlerine benzer oluyorlar. Ancak sinemacılarımız bundan pek rahatsız değiller anlaşılan... 
Konunun bu tarafı ayrı, diğer tarafta ise hakikaten de Murat Cemcir ve Ahmet Kural gibi iki yeni yetenekli komedi oyuncusunun getirdiği farklı bir dinamizm de yok değil. İlk “Düğün Dernek”in olanca hafif senaryosuna ve izlendiği iki saatin dışına taşamayan bir film olmasına rağmen neden bu kadar sevildiğini anlamak da mümkün. Bu toplum özellikle de son üç yıldır çok mutsuz. Sinemada kendisine kaçış için bu tarz komedileri seçiyor. Maksat hikaye izlemek değil burada. Oysa ben ve benim gibiler “İşler Güçler” ekibinin televizyon dizileri ortamına getirdiği ‘farklı bakış’ın sinema karşılığını aradık ilk “Düğün Dernek”de. Ekibin ilk sinema filmi "Çalgı Çengi" bu konuda umut ışıkları yakan bir filmdi. Cem Yılmaz'ın da desteğiyle belli oranda 'kült' mertebesinde değerlendirildi.
Benzer bir yaratıcılığa “Düğün Dernek”in belli sahnelerinde de az da olsa rastladık. Ama açıkçası daha kalıcı bir komedi beklentimizi karşılayamadı. Meşhur 'halay sahnesi' dışında zihinlere nakşolacak bir sahne kalmadı sanki filmden... Daha ilk üç gününde bir milyon barajını aşan bu ikinci “Düğün Dernek”in de en azından ilk filmdeki düzeyi koruyacağını bekliyor insan. İlk üç gününde bir buçuk milyona ulaşmasına ve muhtemelen yine milyonlara ulaşacak hasılat rakamına bakmayın. Bu sonuç filmin çok iyi, çok komik olmasından ziyade bu halkın psikolojisiyle açıklanabilecek bir duruma dönüştü artık. Cem Yılmaz’ın Ali Baba ve 7 Cüceler”i biraz fazla fantastik gelmiş olabilir, “Düğün Dernek 2” bu anlamda bizim seyirciye daha yakın insanların komedisi olarak değerlendirilecektir.
Gelgelelim, “ilk filmdeki çiftin çocukları olur da onun sünnet zamanında herkes yeniden bir araya gelip yeni bir düğün karmaşası yaşanır” şeklindeki hikayede elle tutulur hiçbir şey yok! İlk filmin üzerinden düşünürsek, taş üstüne taş konmamış. Yine komik bir halay sahnesi, Tüpçü Fikret’in tüplü akrobatik hareketleri, Kural’ın Öztürk Serengil numaraları, bir iki ünlü konuk sanatçılı idare eder sahneyle zoraki bir devam filmi yapılmış bu sefer. Tıpkı ilk filmde de olduğu gibi kalıcı olabilecek, birkaç ay sonra bile hatırlanacak nitelikte hiçbir espri yok filmde. Çünkü sağlam bir hikaye omurgası yok. Çünkü yapanlar zaten ne yapsak gider mantığına esir düşmüş gibiler. Komedi sinemasına yeni bir şey katma dertleri ise hiç yok. Üçüncü filmi bile hazırlamışlar, zaten böyle giderse dördüncü beşinci filmi de yapmak gayet de mümkün... 2/5

Düğün Dernek 2: Sünnet
Yönetmen: Selçuk Aydemir
Oyuncular: Ahmet Kural, Murat Cemcir, Rasim Öztekin, Devrim Yakut, Şinasi Yurtsever