Eleştirmenin Not Defteri

27 Nisan 2015 Pazartesi

HAN SOLO’YU BEKLEYEN KÜÇÜK PRENSLER

Bugünlerde kitap raflarında sürüyle “Küçük Prens” kitapları görmeniz mümkün. Artık herkes biliyor, kitabın telif haklarının zamanaşımından dolayı kamusallaştığını. O artık bir "public domain". Bu yüzden bütün yayınevleri Antoine de Saint-Exupéry’nin bu ölümsüz eserini başka çevirilerle ve farklı boyutlarda basmakta. Zaten her daim çok satan bir kitap olan “Küçük Prens” önümüzdeki sezonda yeni animasyon filmiyle sinemalara da gelecek ama farklı çevirileriyle de tekrar tekrar kütüphanelere girmeye devam ediyor.

“Küçük Prens”in çok güçlü bir metni vardır. Şiirsel, sembolik ve melankolik anlatımı her yaştan çocuğa ve yetişkine hitap eder. Sihirli bir kitap gibidir. Özünde çocukken sahip olup da büyüdüğümüzde neleri kaybettiğimizi anlatır. II. Dünya Savaşı zamanında orduda savaş pilotu olarak görev almak zorunda kalan yazarı Saint-Exupéry, muhtemel bir Alman uçağı tarafından 31 Temmuz 1944 günü düşürülmüştü. Cesedinin bulunamaması manidardır doğrusu... Sanki havaya karışıp gitmiş gibi...  

Okuduklarımıza göre kendisi “Küçük Prens”i yazarken de, yazdıktan sonra da insanlıktan ümidini çoktan kesmiş, zaten ölümü de pek kafaya takmıyormuş. Bu yüzden bir Alman uçağı tarafından düşürülmeyip intihar etmiş olduğu kanıtlansa kimse de şaşırmayacaktır.
Saint-Exupéry yayımlanmış bir mektubunda bezginliğini ve ümitsiz halini şu cümlelerle ifade etmiş: “Çağımdan bütün gücümle iğreniyorum. Bu susuzluk öldürüyor insanı. İnsanın artık hiçbir anlamı yok. Bu boşanma çağında, herkes her şeyden kolayca ayrılabiliyor. Kadından da, dinden de, partiden de... Hatta sadık olmamak, bağlı kalmamak diye de bir şey yok. Neye bağlansın kişi, kime sadık kalsın? Bir insan çölü bu...”

Saint-Exupéry öldüğünde 44 yaşındaymış... 1940’larda bu değerli adamın yaşadığı hayalkırıklığının büyüklüğüne bakar mısınız? Dünya o zamandan beri daha iyiye gidebildi mi sizce? Kocaman bir “hayır”! Büyük dünya savaşları yok artık belki, ama şiddet her türlüsüyle hâlâ var. Saint-Exupéry’nin bahsettiği ‘insan çölü’nün daha da büyümediğini kim iddia edebilir?

Neye bağlanacağız zemin ayaklarımızın altından çekilip giderken? Birçok insani değerin yavaş yavaş önümüzde eriyip gitmesini izlerken insanlığın hangi değerlerine sarılacağız? Zaman geçiyor, hepimizin hayatı günbe gün kısalıyor. Bir şeylere tutunmak istiyoruz... Bir sevgiliye, güzel bir amaca, sanata, üretime, çocuğuna ya da inanacağın bir şeye...

Bazense öyle olmadık yerlerde gösterir ki kendisini bu özlem, bu tutunabilme ihtiyacı şaşırırsınız... Yeni "Star Wars" filminin fragmanı internete sürüldüğünde de birileri tutunacak yeni bir şey bulmuştu. Yeni değildi aslında, geçmişten gelen ve iyileştirici bir etkisi olan bir kahramandı o. Biraz yaşlanmıştı ama aynı alaycı gülüşüyle birkaç saniye bile gözükmesi yetmişti. Evet, Han Solo herkesi (en çok da çocukluklarını 70’li yıllarda bırakanları) bir anda çekip aldı ekrandan, çocukluğuna geri götürdü. Hepimiz bir anda Küçük Prens olup, B-612’ye gidivermiş gibi olduk. Ya da Star Wars evrenine giriverdik tekrar. Evimizdeydik! O sahnede Han Solo’ya “We’re home”u boşuna mı söyletiyorlar sanıyorsunuz? Çünkü "Star Wars" seven herkes oraya gitmek istiyor.  Luke Skywalker dese olmazdı, Prenses Lea da olsa olmazdı... Ama Han Solo söyleyince o cümleyi daha bir anlamlıydı. Çünkü biz Luke değildik, biz Han Solo’yduk! Yerinde duramayan bir maceracı ve en önemlisi “özgür” bireylerdik! 

Fragmanda Han Solo'yu görünce bazılarımız ağladı, bazılarımız çığlık attı, bazılarımız donakaldı... Herkes Millenium Falcon’a biniverdi ve yıldızlara çıkıverdi...

Ama seni çok özlemiştik be Han Solo... Bize eski bizi geri getirebilir misin yeniden? Bizi çocukluğumuzun macera dolu, umut dolu günlerine götürebilir misin? Belki o zaman baştan başlarız, bu dünyayı kötü imparatorların ellerine bırakmamak için daha çok çalışır, çabalarız. 
Farklı bir Tatooine belki hâlâ mümkündür!

























Not: Bu yazı Arka Pencere'nin 287. sayısında da yayımlanmıştır...   

20 Nisan 2015 Pazartesi

TEK AŞKIM (The One I Love)

Hep "yeni"sini istemek...

Kadın-erkek ilişkilerine değinen enteresan filmler kervanına fantastik bir bakış açısıyla yazılmış zeki senaryosuyla “Tek Aşkım” da katılıyor. Ama...

Ethan ve Sophie eski aşık günlerinden uzak evli bir çifttir. Başvurdukları evlilik danışmanı aralarındaki ‘uyum’u kaybettiklerini düşünür ve onları bir hafta sonlarını geçirmeleri için şehir dışında lüks sayılabilecek bir eve gönderir. Ethan ve Sophie’yi orada bir sürpriz beklemektedir. Ana evin yanındaki misafir evinde Ethan’ın daha anlayışlı, daha aktif bir versiyonu ve Sophie’nin de daha geyşa ruhlu, sevecen bir versiyonu vardır. Aslında ikisi de evliliklerini sorgulayabilecekleri bir düzeneğin içine düşürülmüşlerdir. Terapistlerinin onlar için hazırladığı bir sürpriz gibi görünüyor bu. Ancak bu düzenek daha önceki çiftlerde olduğu gibi pek de güzel çalışmaz bu çiftte. Çünkü Ethan karısını diğer versiyonundan kıskanmaya başlar ve bir türlü rahat duramaz.
Açıkçası senaryonun ‘parlak fikri’ çok cazip, zekice bir buluş. Aynı insanla yıllarca birlikte yaşamanız, onu ne kadar severseniz sevin, kimi renklerinizi solduruyor. Yenilik ihtiyacı ister istemez sizi dürtüyor. Ethan ve Sophie de birbirlerini hâlâ seviyorlar ama birbirlerine tahammülleri azalmış, heyecanları da eksilmiş. Kendilerinin daha idealize görüntüleri yani biraz 'yeni' hallerinin çekiciliğine kapılıyorlar. Ama peki onca yaşanmışlık ne olacak?
Film bu hikayenin psikolojik boyutlarının az çok tadını çıkarırken kara mizah ve fantezi tarafına pek takılmıyor. Hikayedeki terapist etkisi açıklanmıyor hiç mesela. Durumun komedisi de, belki de bildik komedi film kalıplarına düşmemek için, 'bağımsız film' sularından da çok kopmamak adına fazla işlenmiyor. Filmin asıl meselesi de aslında; "eşiniz kafanızdaki ‘ideal eş’e ulaşmış olsa dahi şimdikinden ne kadar farklı bir evliliğiniz olabilir miydi acaba?" sorusuna cevap aramak. Bu anlamda filmin finali biraz karamsar doğrusu. Belki 'gerçekçi' demek de mümkün. Kendimize itiraf edemesek de sürekli 'yeni'nin peşinde koşan bir 'tüketim toplumu' içindeki yeni çağın evlilikleri de bu koşturmacadan nasibini alıyor ister istemez...   
Yine de "Tek Aşkım"ı izlerken daha iyi bir film olabilirdi duygusundan pek kopamıyoruz. Daha iyi bir senaryoyla bu meselelere daha derinden dalabilir, hem de daha eğlenceli olabilirdi. Bir ‘Alacakaranlık Kuşağı’ hikayesi gibi yürümeyi tercih etmeyip biraz da romantik komedi kalıplardan ödünç alabilseymiş bir şeyler, daha ilgi çekici olabilirdi. Bu üt bir yapının ustaca yapılmışı "Sil Baştan"ı (Eternal Sunshine of the Spotless Mind) hatırlayın... 
Ethan ve Sophie arasındaki diyaloglar çok daha canlı olabilecekken biraz renksiz kalıp Ethan ve Sophie’yi de sevimli bir çift olarak sunamıyor film. Ama yine de Sophie’yi oynayan Elizabeth Moss, partneri Mark Duplass’tan bir adım önde bir performans gösteriyor kanımca... 3/5

Tek Aşkım 
The One I Love
Yönetmen: Charlie McDowell
Oyuncular: Mark Duplass, Elisabeth Moss, Ted Danson
91 dakika


18 Nisan 2015 Cumartesi

AL PACINO’YU İZLEMEK

“Dönüm Noktası”, bir erkeğin hayatının sonbaharına, hem Woody Allen’vari bir mizahla hem de hüzünle bakmayı başarıyor...

“Dönüm Noktası”nun yaratıcı kadrosunu Hollywood’un yaşlı kurtları oluşturuyor. 80 yaşının üstündeki emektar senarist Buck Henry (Aşk Mevsimi), “Yağmur Adam”, “Günaydın Vietnam” gibi filmlerinden de tanıdığımız 70’li yaşlarındaki yönetmen Barry Levinson ve haftaya bugün 75. yaşgününü kutlayacak olan büyük aktör Al Pacino... Bu üçlü bir araya gelip yaşlı bir aktörün hayata yeniden tutunma çabalarını anlatan aynı adlı Philip Roth romanını beyazperdeye taşımışlar.
Artık 70’lerine merdiven dayayan Simon Axler’ın sahnede Shakespeare’in “Nasıl Hoşunuza Giderse”sinin yaşlı Dük’ünü oynarken bir anda her şey ona anlamsız gelir ve kendisini sahneden aşağı yere bırakır. Aslında bir nevi “tükenmişlik sendromu” yaşamaya başlar Simon. Mesela artık neyin oyun neyin gerçek olduğunu karıştırır. Hiç rol yapmak istemiyordur... Ne tiyatroda, ne de filmde. Çok dostu ya da akrabası da yoktur... Bir intihar girişiminin ardından kısa bir süre bir rehabilitasyon merkezine yatar sonra da şehir dışındaki evinde inzivaya çekilir. Ama orada da pek yalnız kalamaz. Kocasını öldürmesi için onu kiralamaya çalışan şizofren kadından kurtulmaya çalışırken, çok eski bir arkadaşının kızı Pegeen onu ziyaret eder ve yıllardır ona aşık olduğunu itiraf eder. Simon kendisini düzeltmeye çalışırken bir de genç bir sevgili edinmiştir durup dururken... 
Filmin ritmini kaybettiği yerleri olsa da kimi zaman bir Woody Allen mizahına yaklaşan sahneleri de var. Bu sahneler belki kahkaha attırmıyorlar ama Simon’ın tuhaf bir döngü içerisinde bocalamasını keyifle izliyoruz. Ancak “Dönüm Noktası” içinde komik öğeler barındırsa da bir komedi film değil tam olarak. Simon’ın yaşlanmasının getirdiği performans düşüklüğü, onu hayatının her meşgalesinde sınırlamaya başlıyor. Hafızası, yeteneği ve tabi erkekliğini sınırlayan bir sürecin içindedir sonuçta. Bu gerçekle yüzleşmesinden doğan bir hüznü de var Simon’ın. Yaşlanmanın kaçınılmaz doğası işte.. Filmin "Nasıl Hoşunuza Giderse" ile başlayıp “Kral Lear” ile bitmesi de içten içe bir Shakespeare trajedisi izlediğimiz hissiyatını vermiyor değil. Shakespeare trajedilerinde yaşlı adamlar pişmanlık ve nedamet duygularının temsilcileri olurlar hep... Simon'ın daha güçlü bir senaryoyla anlatılması gereken kendi hayalkırıklıklarının hikayesi aslında "Dönüm Noktası".  
Bazı genç yazarların "Birdman" filminde yaptıkları hata gibi hikayeyi sadece yaşlı ve gözden düşmüş bir oyuncunun bunalımı olarak algılamaları ise gerçekten düşündürücü. Gençliklerine vermek lazım! 
Tabi ki hikayenin hem mizah, hem de hüzün damarlarında ‘efsane’ Al Pacino’nun üst düzey performansı tam olarak karşılık buluyor. Filmi daha da izlenir kılıyor usta aktörün varlığı. 3/5

Dönüm Noktası
Yönetmen: Barry Levinson
Oyuncular: Al Pacino, Greta Gerwig, Dianne Wiest, Charles Grodin, Kyra Sedgwick, Dylan Baker, Dan Hedaya, Li Jun Li 
112 dakika

  

13 Nisan 2015 Pazartesi

BURAK GÖRAL'IN KİTAP RAFI - 1

MARILYN MONROE NOTLAR (Artemis)
Hayatıyla ilgili okuduklarımızdan anladığımız kadarıyla, Marilyn Monroe asla bir “aptal sarışın” değil, "aptal sarışını oynayan" çok zeki ve entelektüel bir kadınmış. Artemis'ten çıkan bu kitap onun yazıyla olan bağını ve duygusal dünyasını da tümüyle gözlerimizin önüne seriyor. Bu kitap onun defterlerinden, kaldığı otellerdeki not defterlerine, hatta peçetelere karaladıklarını sunuyor bize... Ne mi var bu notlarda? Monroe’nun kendi yazdığı şiirler, iç dünyasını anlattığı mektuplar, kendi kendine yaptığı özeleştiriler, en sevdiği klasik müzik eserleri, rüyaları, hayalleri, amatör çizimleri... Monroe’nun iç dünyasına koca bir yolculuk bu kitap. Üstelik o kadar güzel basılmış ki, kendi el yazısı, üzerini çizdiği kelimeleri bile koruyan metinlerle sunulmuşlar bize.. Bu şahane kadını daha iyi tanımak için bu kitap iyi bir fırsat...   

KUYRUKLUYILDIZ ALTINDA BİR İZDİVAÇ - Hüseyin Rahmi Gürpınar (İnkılap)
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın klasik eserleri rahat okunabilir versiyonlarıyla İnkılap tarafından tekrar basıldı. Gürpınar’ın en iyi eserlerinden biri olan “Kuyrukluyıldız Altında Bir İzdivaç” zamanının çok önünde bir romantik-komedi aynı zamanda. Gürpınar 1910’un İstanbul’unda bir kuyrukluyıldızın dünyaya çarpacağı söylentileri içinde meraklı iki gencin mektuplaşması üzerinden öyle güzel bir hikaye kuruyor ki, hayran kalmamak elde değil. Gürpınar okuyucuyu hem eğlendiriyor, hem bilgilendiriyor hem de daha o zamanlardan cahilliğe, geleneksel toplum ahlakına getirdiği eleştirilerle düşündürüyor. 


YILDIZLARARASI BİLİMİ - Kip Thorne  (Alfa Yayınları)
2014’ün en dikkat çekici filmlerinden biri olan ve bence bazılarının (baba-kız sevgisine bağlanması yüzünden) gereksiz bir şekilde eleştirdiği “Yıldızlararası”nda (Interstellar) anlatılan her şey bu kitapta A’dan Z’ye açıklanıyor. Filmin bilim danışmanı ünlü fizikçi Kip Thorne’un bu kitabı filmi daha iyi anlamanız için detaylı bir açıklamaya soyunuyor. Solucandeliği kavramının mucidi Thorne, filmin hikayesinden hiç kopmadan, yıldızlararası yolculuk hakkında anlaşılır bir dille, şema ve çeşitli görsellerden de faydalanarak okuyucuyu adeta uzayda bir yolculuğa çıkarıyor. Kitabın başında Yönetmen Christopher Nolan’ın da konuyla ilgili bir makalesi bulunmakta... 

KAYIP KIZ - Gillian Flynn (Artemis)
Geçtiğimiz haftalarda sinemada izlediğimiz, yönetmenliğini David Fincher’ın yaptığı, başrollerinde Ben Affleck ve Rosamund Pike’ın olduğu “Kayıp Kız”, tüm dünyada ilgiyle karşılanmış bir roman uyarlaması. Romantik ve umutla dolu bir başlangıç yapan Nick ve Amy’nin evliliği 5. yıldönümlerinde büyük bir kırılma yaşar filmdeki gibi. Filmden farklı olarak iki bölüme ayrılan roman ilk bölümde karısı kaybolan Nick’in hikayesiyle Amy’nin günlüklerini paralel olarak sunuyor bize. İkinci bölümde yaşananlar yine Nick ve Amy’nin bakış açıları eşliğinde sırayla okunuyor. Filmi çok sevdiyseniz romanını okurken de sıkılmayacak ve hikayenin filmde yansıtılması çok zor olan kimi psikolojik/sosyolojik tahlillerini ve ince detaylarını almanız kolaylaşacak. Dergi yazarlığından gelen Gillian Flynn’in bu üçüncü kitabı zekice kurgulanmış bir aşk-gerilim romanı ama kuşkusuz içinde zamane evliliklerine dair sosyolojik gözlemler barındırmasıyla da dikkat çekiyor...

GÖZLERİ TAMAMEN KAPALI - Michel Chion (Alfa)
Stanley Kubrick’in ölmeden önce çektiği son film, 1999 yapımı “Eyes Wide Shut” onun bütün dehasını gösterdiği filmlerinden biriydi. Diğer filmlerinin gölgesinde kalsa da hakkını veren birkaç yazardan biri de bu kitabın yazarı Michel Chion olsa gerek. Chion zaten senaryo incelemeleriyle de tanınan bir yazardır. Kendisi “Eyes Wide Shut”ı A’dan Z’ye ele alıp derin analizlere girişiyor bu küçük cep kitabında. Çok da iyi yapıyor. Bir evlilikten yola çıkıp insanoğlunun ruhunun derinliklerine inmeyi başaran şahane bir masaldır bu film. Chion kitabında hem görsel işaretlere hem de bir ton referansa başvurarak filmi açtıkça açıyor ve keyifli bir metinle sinemaseverlere şahane bir analiz sunuyor.
Alfa yayınları sinema tarihinin modern klasikleri tek tek ele alan bir kitap serisine de başladı böylece.. Aynı seriden “Ucuz Roman”, “Saklı”, “Ruhların Kaçışı” ve “Baba” filmlerinin de kitaplarını edinebilirsiniz...    

GENÇ WERTHER’İN ACILARI - Johann Wolfgang Von Goethe (İş Bankası Kültür Yayınları)
Avrupa edebiyatının romantik akımının en büyük ilham kaynaklarından biri olan Johann Wolfgang Von Goethe’nin bu ölümsüz eseri, zamanında büyük bir ilgiyle karşılanmış. ‘Umutsuz aşk’ üzerine yazılmış en güçlü eserlerden (bir roman-mektup) biri aynı zamanda “Genç Werther’in Acıları”. Romanda geleceği gayet parlak bir genç olan Werther’in Lotte adlı genç bir kıza duyduğu umutsuz aşkı Werther’in arkadaşı Willhelm’e (hayali bir arkadaştır belki de...) yazdığı mektuplar yoluyla anlatılıyor. Aslında Lotte de bir şeyler hissediyordur ama Albert adlı iyi bir adamla nişanlıdır ve o zamanlar, verilmiş sözler öyle kolay bozulamazlar! Mektuplar giderek karamsarlaşan Werther’in trajik sonuna kadar ilerler... Goethe’nin iki haftada yazdığı söylenen bu dev eseri, okuyucunun da kalbini sızlatmayı başarıp kitabı gözyaşlarıyla bitirmesine neden oluyor. Zamanında da Almanya’da çok büyük bir ilgi görmüş ve bir intihar salgını başlattığı da yazılır.      

SÜPER İYİ GÜNLER – Mark Haddon (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları)
İngiliz yazar Mark Haddon’un bu romanı yeni değil aslında. 2003 yılında yazılmış İş Bankası Kültür Yayınları tarafından da ilk baskısı 2004’te yapılmış. Ancak hâlâ ilgi gören ve yeni baskıları yapılan bir roman “Süper İyi Günler”. Aslında bir dedektiflik hikayesi anlatıyor, ama onu benzerlerinden çok farklı kılan bir özelliği var. Otizm hastası 15 yaşındaki Christopher John Franciss Boone bu romanın dedektifi. Babasıyla yaşayan bu çok özel çocuk, yan bahçede öldürülmüş olarak bulunan komşusunun köpeğinin cinayetini araştırmaya başlıyor okuduğu Sherlock Holmes kitaplarından da esinlenerek. Christopher köpeğin katilini ararken kendisini bir sürü zorlukla dolu bir maceranın içinde buluyor. Yazar Mark Haddon otizm mağduru 15 yaşında bir çocuğun bakış açısıyla yazdığı romanda o kadar güçlü bir dünya kuruyor ki, adeta Christopher’ın kafasının içinde dolaşıyor gibiyiz. Otizmin nasıl bir hastalık olduğunu da bundan daha iyi anlatan bir metin yoktur herhalde. Christopher’ın dünyasını heyecanlı (bildiğiniz çok satan polisiye gerilimi değil ama) bir olay örgüsünü takip ederek anlıyor ve çok da duygulanıyoruz aynı zamanda. Otizmi ya da otizmli çocukların dünyalarını  anlamak isteyen aileler için de ilaç gibi geliyor. 

SIRÇA FANUS – Sylvia Plath (Kırmızı Kedi Yayınevi)
Amerikan edebiyatının en melankolik yazar/şairlerinden biri olan Sylvia Plath’ın ünlü romanı “Sırça Fanus”, yazarın biraz da kendi yaşamından izler taşıyan yarı-otobiyografik bir roman. 1950’lerin New York’unda, bir moda dergisinde çalışarak ayakta kalmaya çalışan bir genç kız olan Esther’in giderek yolunu kaybedişi, çevresiyle, iş dünyasıyla ve erkeklerle sürdürmeye çalıştığı ve bir türlü istediği gibi gelişmeyen ilişkilerini sıkıcı olmayan, bazen hüzünlü bazen de mizahi bir dille anlatılıyor. Romanın bir yerinde Esther (ya da aslında yazarın ta kendisi) şunu söylüyor hatta: "Eğer iki karşıt şeyi aynı anda istemek nevrotiklikse ben tepeden tırnağa nevrotiğim. Hayatımın geri kalan kısmını karşıt şeylerin birinden öbürüne uçmakla geçireceğim." İnsanoğlunun paradokslar içinde debelenişini bundan daha içten nasıl anlatabilirdi ki?
Trajik bir yaşam sürmüş ve intiharla bu dünyaya veda etmiş bu önemli kadın yazar Sylvia Plath’in birbirinden melankolik şiirlerini de okumanızı öneririm..   

4 Nisan 2015 Cumartesi

HIZLI VE ÖFKELİ 7

Paul Walker'a veda filmi... 


Paul Walker’ın beklenmedik ölümünün “Hızlı ve Öfkeli” serisinin yedinci filmine nasıl yansıyacağını merak ediyorduk. Yapımcılar bu zamansız ölümü sömürmeden duygusal ve heyecanlı bir veda filmi yapmışlar... 

“Hızlı ve Öfkeli” serisinin ilk filmi bütün üyelerini ‘ailem’ diyerek koruyup kollayan karizmatik lider Dominic Toretto’nun (Vin Diesel) yönlendirdiği bir hırsız çetesinin içine sızan polis memuru Brian O’Conner’ın heyecanlı hikayesini anlatıyordu. Bu çetenin belirleyici özelliği birbirinden usta şoförlerden oluşan çetenin soygunlarını modifiye edilmiş şahane arabalar eşliğinde yapıyor olmalarıydı...
70’lerdeki Steve McQueen filmleri gibi, güzel Amerikan arabalarının bol kovalamacalı aksiyon sahneleri birbirini takip ediyordu. İkinci filmden itibaren Brian’ın polisliği bırakıp ‘aile’den biri olması ise en azından seriyi daha renkli bir hale getirmişti. Ama sonraki filmler nitelik olarak aynı başarıyla devam edemedi. Bir tek Rio’da geçen beşinci film seriye biraz taze bir soluk getirmeyi ve izleyicilerini yeni bir hız trenine bindirmeyi başarmıştı.
İsmine 7 rakamı eklenen bir devam filmine bir ‘yenilik’ getirmek de kolay değil tabi ki. Ama “Hızlı ve Öfkeli 7” beklediğinizden daha eğlenceli bir film çıkabilir.
Altıncı filmin sonunda Jason Statham’ın ailenin karşısına yeni bir düşman olarak çıkacağının haberi verilmişti. Nitekim çetenin komaya girmesine sebep olduğu geçen filmin kötü adamı Shaw’ın ağabeyi Deckard (Jason Statham) intikam için bir operasyon başlatmıştır: Dominic ve ailesinin tüm bireylerini tek tek öldürecektir. Bu arada bir hükümet ajanı da Dominic ve ekibine yardım karşılığı bir istekte bulunur: Ramsey adlı bir hacker ve onun icadı olan istihbarat programını bulup kötü adamların eline geçmesine engel olmak.
Hikaye bu kadar. Sonrası tümüyle mantık, fizik ve biyoloji kurallarına aykırı aksiyon sahnelerinden oluşuyor! Ekibin bütün elemanlarının kendilerine ait dövüş sahneleri var. Camlardan geçiyorlar, yüksekten düşüyorlar, arabayla uçurumlardan yuvarlanıyorlar, demirlerle kafalarına vuruluyor, bol bol yumruk yiyorlar ama çoğunlukla sadece yüzlerinde hafif bir kızarıklık ve nefes nefese kurtuluyorlar. Bir süperkahraman filmi kadar yıkıntı, patlama ve büyük aksiyonlar içeriyor film. Bir yandan da öyle büyük mantıksal tutarlılıklar aramadığımız filmler bunlar. Nitekim Alp dağlarındaki araba sahneleri ve Abu Dabi’deki gökdelenlerde geçen sahneler olanca abartılarına rağmen çok da eğlenceli ve heyecanlı sahneler doğrusu. Emektar oyuncu Kurt Russel’ın da bir şekilde ekibe katılması filmin başka bir eğlenceli sürprizi. Finalde ise Paul Walker’a yapılan duygusal veda sahneleri insanın içini acıtıyor, duygulandırıyor. Çok yetenekli olmasa da güzel yüzlü, güzel bakan gencecik bir oyuncuydu Paul Walker. Seri bundan sonra yoluna onsuz devam edecek...  3/5


Hızlı ve Öfkeli 7
(Furious 7)
Yönetmen: James Wan
Oyuncular: Vin Diesel, Paul Walker, Jason Statham, Michelle Rodriguez, Jordana Brewster, Tyrese Gibson, Ludacris, Dwayne Johnson, Kurt Russel, Nathalie Emmanuel

137 dakika

1 Nisan 2015 Çarşamba

GÜVERCİN UÇUVERDİ

Biz uçamadık vallahi pek... 


Türk sinemasının komedi geçmişi pek çok batılı ülkeye göre hayli zengindir aslında. Daha ilk yıllarından itibaren komedi filmleri sinemamızın en çok rağbet ettiği film türlerinden oldu. Muhsin Ertuğrul’dan Ertem Eğilmez’e, Sadık Şendil’den Aziz Nesin’e, Sadri Alışık’tan Kemal Sunal’a kadar pek çok yazar, sinemacı ve oyuncunun büyük katkıları olan nice büyük komedi filmler izledik, hâlâ da onları bıkmadan izliyoruz hatta.
Ama Türk sinema sektörünün özellikle de “Recep İvedik” sonrasında, seyircinin sinemada komedi film izleme talebini abarttığını düşünüyorum. Ülkenin gişe filmlerinin yüzde 60-70’ini komedi filmlerine ayırmak sağlıksız bir yapıdır. Bu yapının içinde ‘komik’ olması planlanan ama hiç komik olamayan onlarca film yer almakta. “Güvercin Uçuverdi” de bir yetenek yarışmasında birinci olan Atalay Demirci adlı bir televizyon şöhretinin rüzgarıyla oluşturulmuş güldüremeyen bir komedi filmi. Pilot olma hayaliyle yanıp tutuşan Yüksel Güvercin adlı otobüs şoförünün sevdiği kızla da evlenip hayallerine kavuşmak için verdiği mücadeleyi izliyoruz. İzliyoruz da her ne kadar belaltı esprilerden kaçınıp, küfürsüz mizah yapmaya soyunmuş olsa da dramatik yapısı çok zayıf ve komik olmayı beceremeyen senaryosuyla, TV dizileri kadar bile estetik yeterliliğe sahip olmayan yönetimiyle bizi şaşırtan bir film bu. Filmde zevk aldığımız tek şey zaman zaman çalınan Barış Manço şarkıları oluyor. Bunun dışında, her espri soğuk, sevimsiz, zorlama ya da çok fazla basit!
“Recep İvedik” filmlerindeki kaba ve cinsiyetçi mizahı aynen taklit eden ya da benzer bir karakter tasarımını deneyen komediler, sattığı biletlerle belli bir seyirci profilinden geçici ilgi görse de, uzun vadede Türk komedi filmlerinin ‘niteliğine’ zarar vermiş olacaklardır. Biz 20 yıl sonra hâlâ “Süt Kardeşler”i, “Tosun Paşa”yı izleyeceğiz ve bol bol güleceğiz, ama kimse bu filmlerin adını bile hatırlamayacaktır! 1/5

Güvercin Uçuverdi
Yönetmenler: Selami Genli, Onur Koçal
Yönetmenler: Atalay Demirci, Ali Erkazan, Salih Kalyon, Zerrin Sümer, Ayşen Gruda, Tuvana Türkay, Gökçe Özsoy, Erdal Tosun
85 dakika