1.“Uzay
Yolcuları” (Passengers) aslında kötü bir film değil. Güzel görüntüler,
güzel oyuncular, güzel fikirler barındıran iyi bir seyirlik. Sadece
hikayesi aşırı tahmin edilebilir bir Hollywood rotasında ilerliyor.
Dakikalar ilerledikçe filmin tansiyonu giderek düşüyor bu tahmin
edilebilirlik yüzünden. Sanki finalini de bunun farkındalarmış gibi apar
topar getiriyorlar: “tamam tamam her şey aynen tahmin ettiğiniz gibi oldu,
hadi kapatalım da bitsin!”
2. Mafyanın
kovaladığı iki arkadaş klişesinin komedi yönetmenlerimizi ve yazarlarımızı
bu kadar esir almış olmasının sebebi belki de seyircimizin de kendini
başından büyük belalara bulaşmış insanlar olarak görmesi ve bununla
başedebilmeyi ancak mizahla çekilir bir mesele olarak görmesindendir diye
düşünüyorum. “Çalgı Çengi İkimiz” ve diğer türevlerine her daim bu kadar
ilgi gösteriliyor olmasına başka bir açıklama getiremiyorum şahsen. Bu
filmin yaratıcılarının ise gerçek yeteneklerini sadece “İşler Güçler” TV
dizisinde gösterebildiklerini düşünüyorum... Adamlar her bölümü sinema
filmi uzunluğunda yapıp belli bir yenilikçi bakış yaratabilirlerken,
imkanları çok daha fazla olan sinema filminde niye böyle yapıyorlar
anlamak güç! Güç de değil aslında mesele tamamen duygusal sanırım!!
3. "La
La Land”in olumsuz eleştirilerini de okuyorsunuzdur. Filmi çok sevsem de senaryo ve hikaye anlamında sorunları olduğunu
ilk izlediğimden beri söylüyorum. Karakterleri yüzeysel, eksik tanımlanan
hayalleri de yüzeysel işlenmiş hatta.. Nitekim bu sevimli karakterler yüzeysel hayallerine
bir şekilde erişmiş olsalar da mutlulukları daim değil sonunda.
Birbirlerinden ve çok daha iyi bir finalden uzakta bitiriyorlar
hikayelerini. Ama ismi bile neredeyse “lay lay lom” olan bir filmde ‘çok etkili’
sosyal gerçekçi mesajlar aramak biraz fazla geliyor bana. Diğer yandan filmin
o kadar boş olmadığını düşünmüyor değilim ayrıca. “La La Land”i sonu
hüzünlü biten bir “Amelie” gibi okuyorum ben. “Amelie” bize hiç de
gerçekçi olmayan bir Paris sunuyordu mesela. Jeunet filmin çekimleri
sırasında Paris’in kendilerine hiç de yardımcı olmadığını, filmdeki gibi
gösterebilmek için çok çaba sarfettiklerini söylemişti bir röportajında.
“La la Land” de benmerkezciliğin başkenti (!) Los Angeles’ı etkileyici
finalinde öyle gösteriyor. Herkesin daha güleryüzlü olduğu, eski
müzikallerdeki gibi şenlikli, güneşli bir şehir... Böyle olsaydı keşke
diyor. Ondan önce sık sık boş caddelere vurgu yapıyor, ruhsuz partileri
gösteriyor, boş tiyatro salonu, boş sinema salonu, boş gözlemevi, bardaki
müziği dinlemeyen restoran müşterileri, samimiyetsiz Hollywood setleri,
aşık çiftin beğenmediklerini sık sık dile getirdikleri ve bize bile doğru
düzgün gösterilmeyen bir LA manzarası... Bu ortam içinde hem aşkı hem de
hayallerini yakalamaya çalışıyorlar, ama hepsi birden mümkün olamıyor. En
çok da bu olamama kısmını anlatamıyor senaryo zaten. Daha iyi bir senaryo
olabilir miydi elimizde? Evet, bu kadar lay lay lom anlatmasa, daha güçlü
hikayesiyle daha ‘kalıcı’ bir film olabilirdi. Ama bu kadar sevimli ve
‘feel good’ filmi olabilir miydi o tartışılır! “La
La Land”in Altın Küre çıkarmasından sonra şunu düşündüm: sattığı nostalji
yüzünden muhtemelen Akademi ödüllerinde de “The Artist” gibi bir etki
yaratacak. Çünkü sinemacılar bu nostaljik sinema numaralarını sever. Ve çünkü
herkes zaman geçtikçe ruhsuzluğun ne kadar yaygınlaştığının farkında ama
kimse “Captain Fantastic” gibi yaşamayı da göze alamıyor ya da birileri
özlediği dönemlere gidip orada yaşayamıyor. Gelgelelim “Midnight in
Paris”teki gibi herkes kendi döneminden şikayetçi olup “eskiden daha
güzeldi” diye sızlanıyor da olabilir!!