Eleştirmenin Not Defteri

30 Ocak 2013 Çarşamba

Video yorum: ZİNCİRSİZ (Django Unchained)

Artık internetin hızına, görsel dünyasına giderek daha çok ayak uydurmak zorundasınız... Özellikle de görsel sanatlarla bu kadar iç içe olduğunuz bir işiniz varsa... Bundan böyle bazı yorumlarımı ve tavsiyelerimi daha görsel bir sunuşla, böyle videolar eşliğinde yayınlamak istiyorum... DOLU HAYAT blogumda, "BİR FİLM SEVDİM" ve "BENİ UNUTMA"nın Facebook sayfalarında da bu videoların duyurularını yapacağım... Bu videolarla sadece sinema filmlerine dair minik sohbetler yapmayacağım, DVD ve kitap tavsiyelerinde de bulunacağım...
Bu yukarıdaki video bir deneme... Çok az hazırlıkla ve provasız yapıldı... Açıkçası tam istediğim gibi de değil, ama daha iyisi olacak... Bundan böyle bu videoları hazırlamak konusunda beni daha da cesaretlendiren ve bana büyük destek olacak olan profesyonel kameraman arkadaşım Cumhur Kurucu'ya da çok teşekkürler... 
Bu arada Tarantino'nun "Soysuzlar Çetesi" (Inglourious Basterds) hakkında yazdığım Arka Pencere'de de yayımlanmış yazıyı okumak için BİR FİLM SEVDİM'e de buyurabilirsiniz... 

28 Ocak 2013 Pazartesi

GÜZEL GALERİ - 1: Marilyn Monroe

New York'lu fotoğraf sanatçısı Ed Feingersh'in 1955'te çektiği Marilyn Monroe fotoğrafları, Monroe'nun içtenliğine, parlak kişiliğine, sıradan taraflarına ve zarafetine vurgu yapıyor... En sevdiklerimi burada paylaşmak istedim...
Devamı gelecek...

Bir akşamüstü, güzel bir restoranda, gevşemiş ve anlattığınız her neyse sizi dinliyor, size bakıyor...
Metro istasyonunda bekliyor dünyanın en arzulanan kadını...


Yemek yiyelim mi?
Başka bir fotoğraf sanatçısı Milton Greene ile "Kızgın Damdaki Kedi" oyununu izlemeye Broadway'e giderken...


Lobide...
"Kızgın Damdaki Kedi"de...

24 Ocak 2013 Perşembe

Dizi eleştirisi: THE FOLLOWING



Aslında “parlak fikir”i iyi... Akıllı, öldürmeyi sanat olarak gören Edgar Allan Poe hayranı edebiyat profesörü bir seri katil olan Joe Carroll, hapishanedeyken bir şekilde dışarıdan kendisine birçok mürit edinmiş... Anlaşılan o ki sayısı belirsiz olan bu müritler ‘esas kötü’ içerdeyken, ondan aldıkları ‘uzaktan eğitimle’ dışarıda terör yaratacaklar... 
Joe Carroll’u yıllar önce yakalayan, sonra da meslekten uzaklaştırılan eski FBI ajanı Ryan Hardy de yeniden göreve çağırılır. Carroll’un peşine düşen ekibin başına danışman olarak getirilir... Muhtemelen sonraki bölümlerde ortaya çıkacak ki, o ekibin içinde de müritlerden bir ya da ikisi olacak, izleyici ve hafiften biraz da 'alkolik' kahraman dedektifimiz şüpheler içinde bırakılacak... Dizinin en güzel kancası da bu zaten... Ama ilk bölümde bu kancayı daha da cazip hale getirecek bir karakter işlenişine rastlamadık... Oysa “Homeland” daha ilk bölümünde karakterlerini nasıl da tıkır tıkır kuruyor ve ritmini de ayarlıyordu...  
Yine de denklem güzel de, yazar hanesinde Kevin Williamson’ın adını görmesek, bu tür Hollywood seri katil filmlerine hayran bir genç yazarın yazdığını düşünebileceğimiz bir senaryo var ortada. (Bu numarayı yıllar önce “Scream”de yapmış ve yemiştik biz o zaman)...
Amerikan televizyonlarındaki dizilerin şiddet görüntülerine olan mesafesini sık sık test eden kimi olay yeri ve cinayet sahnelerinin ucunu gösteren ilk bölüm, pek çok klişe sahne ve diyalogla dolu bir yandan da... Mesela Ryan, üstü tarafından telefonla şöyle göreve çağrılıyor: “Büroyla işlerin yolunda gitmediğini biliyorum. Ama Carroll'ı sen yakalamıştın. Kimse onu senin kadar iyi tanımıyor.”
Bu klişe 'bilgi veren' diyalogları Amerikan dizileri çoktan aştı... Ryan’ın hiçbir güçlükle karşılaşmadan sahaya anında dönüş yapabilmesi ilk 45 dakikada olması gerektiği için gerçekleşiyor mesela... Nerede o “Breaking Bad”de karakter değişimlerinin inandırıcı ritmi mesela?
Olayların hızlı gelişmesi değil mesele, hikayenin kendi ritminden hızlı ilerlemesi ya da öyle olduğuna inandırma gayretindeki derme-çatmalık... (Mesela başka bir Fox dizisi olan “24” özellikle ilk sezonlarında bunu çok iyi başarıyordu...) Bu pencereden bakınca Joe Carroll’ı, tek başına 5 gardiyanı nasıl hakladığını göstermeden ilk 5 dakikada koca hapishaneden kaçırtan senaryo, bütün sezonun omurgasının düğümünü 40. dakikada atabilmek için koştur koştur ilerliyor... Böyle olunca hiçbir karakterin içine girmemize de fırsat tanımıyor. Zaten ilk bölümde sınırlı yapılabilen bir şey bu, kabul. Ne de olsa onların ilk bölümleri bizimkiler gibi 100 dakika filan değil! Ama bu derece kısıtlı ve klişe olmaları da karakterleri cazip kılmıyor...
Oysa yönetmen koltuğunda oturan ve televizyon dünyasında yabana atılmayacak bir tecrübesi bulunan Marcos Siega’nın epey bir “Dexter” bölümü çekmişliği de var. Ama elindeki senaryoya katacağı hiçbir şey yok maalesef.. 
Ryan’ın onu Kevin Bacon’ın canlandırıyor olması dışında bir rengi yok mesela daha ilk bölümde. Sonraki bölümlerde neler tasarlandı bilemiyoruz tabi. Ama ilk bölümde bize kancayı atan olağanüstü ayırtedici bir özelliği yok bu kahramanın. Daha çok Thomas Harris’in Hannibal Lector’u hayatımıza soktuğu ilk kitabı “Red Dragon”daki Will Graham adlı dedektifi andırıyor bize. (Sinemadaki karşılığını Edward Norton oynamıştı ama kitaptakinden daha yumuşak kalpli bir karakter çizmişti o.)
Dizinin Amerikan caddelerindeki billboardlarda böyle vahşi bir duyurusu var. "Dexter"ın kan kırmızılı grafiklerinden rahatsız olanlar bu imajlardan daha çok rahatsız olmuş olmalılar...
Pek çok küçük rolde dikkat çekici performanslar gösterdiğine inandığım James Purefoy’a arasıra “şöyle deli deli bak” demişler sanki... Purefoy senaryodaki ‘yüzeyde kalma hali’ne uyum gösteriyor mecburen... Belki son 5 dakikada Bacon’la karşı karşıya kaldığı sahnede küçük de olsa bir işaret fişeği yakabiliyor... Ama hepsi o kadar şimdilik...     
Dizinin asıl iddiası TV'deki grafik şiddeti en yüksek dizi olmaksa eğer bunu ancak daha sağlam bir olay örgüsüyle kurabilir. "The Killing"de bu şiddetin onda biri yokken bile yüksek bir gerilim vardı, "American Horror Story" bu kadar grafik olmasa bile şiddet ve korku konusunda çok daha üstün bir seviyede zaten... Kansa mesele "True Blood"ın ya da "Walking Dead"in gösterdiği kanı hiçbiri gösteremez... Dolayısıyla 'hikayenin gücü' Amerikan dizilerinde artık diğer herşeyin önüne geçmiş durumda.    
Demek ki gerçekten de Kevin Williamson’ın senarist olarak en önemli eseri sayılan “Scream”in başarısında yönetmeni Wes Craven’ın çok büyük katkısı varmış. Williamson’ın giderek değişen, gelişen ve hatta Hollywood’un sinema filmleriyle yarışır hale gelen suç dizilerinin genlerine yeterince hakim olamadığını gösteriyor bize bu ilk bölüm.
Ama tabi ki yapımcı kanal, Fox’un senaryoya ne kadar dahil olduğu, Williamson’ı bazı şeylerin ilk bölümde fazla yüzeyde ve hızlı olması konusunda nasıl bir tavır aldığını bilmemiz mümkün değil. Ama bu kadar akıllı ve değişik dizinin arasında, Kevin Bacon’a rağmen “The Following”in elinde sınırları zorladığı şiddet sahneleri dışında pek bir yenilik yok gibi... Üstelik daha ilk bölümden bu “fark”, en azından Amerikan medyasında tersine çalışmaya başladı bile...     

19 Ocak 2013 Cumartesi

Film eleştirisi: CELAL İLE CEREN



Romantik komediler yazılması en kolay senaryolara sahiptirler. Özellikle de ilişkiler konusunda bizdeki gibi biraz tutucu olan ülkelerde etrafta olan bitenin biraz “farkında” olup eli kalem tutan herkes rahatlıkla yazabilir. Cazip bir kız ve bir oğlan tanışırlar, mutlu olurlar, sonra bir şey olur uzaklaşırlar, bazı gelişmelerin sonunda o 'engel' ortadan kaldırılır ve mutluluk... Hollywood'da binlerce tane var. Yeşilçam'da da vardı eskiden... Ama sonra yıllarca yapmadık, unuttuk... 
Şimdi 2000'lerde tekrar romantik komediye sardırdık ama bunca zamandır doğru yapılmış bir tane çıkmıyor, çıkamıyor. Denemeler gişelerde çalışıyor belki ama bu doğru yapıldıkları anlamına gelmiyor. Nitekim bu filmlerin gişe rakamlarına bakan yapımcılar ya da yönetmenlerin en büyük yanılgısı da bu oluyor... Kitleler her zaman ‘kalite’ye rağbet etmezler. Popülerliğin kaliteyle ters bir orantısı vardır çoğu zaman.   
"Recep İvedik" hem müthiş bir beğeni hem de "nefret" kazanan Şahan Gökbakar da kendi tarzında bir romantik komedi yapmaya karar vermiş. "Recep İvedik 4"ten önce başka türlü bir projede ne yapacağını görmek için olmalı... Ama işte o hedeflediği "başka türlü" olamamış pek...
Filmi eleştiren herkesin birleştiği fikir: başarılı oyuncu Ezgi Mola filmin en iyisi...
Çünkü samimi ve inandırıcı...
Gökbakar, bir röportajında (beyazperde.com) ‘sineması’nı şöyle özetlemiş: “Ben komedi filmi yapıyorum, adı üstünde, insanlar gitsin para versinler onun karşılığında da gülmeyi beklesinler, ben de onları güldüreyim, çıktıklarında da "abi çok güldük" desinler.”
Bundan anlaşılıyor ki; Gökbakar, komedi anlayışındaki ‘terslik’in ne olduğunu anlamamakta direniyor. (Parasını veren) seyircinin istediğini (abi çok güldük) vermek gibi ‘çok masum’ (!) görünen amacın arkasına sığınıyor sürekli. Aziz Nesin’in, Sadık Şendil’in, Ertem Eğilmez’in, Şener Şen, Kemal Sunal, Sadri Alışık’ların yetiştiği bu topraklarda, onların filmleriyle beslendiğini söyleyen bir mizahçının dört filmdir komedi yapacağım diye önüne geleni kırıp dökmesini, bir de sinema tarihi kadar eski olan ‘komedi’ janrını bir çırpıda ‘para’ kelimesiyle aynı cümlede geçirmesini anlamamızı bekliyor. Yaptığının sinema değil tüccarlık olduğunu söyleyince de alınıyor...
Aynı röportajda şöyle de söylemiş Gökbakar: "Bence bazı köşeyazarlarının, sinema eleştirmenlerinin kabul etmeme, reddetme, yok sayma, değersiz addetme güdüsü, karakterin sivriliğinden,yapısından kaynaklandı. İzledikleri karakteri bir komedi unsuru olarak değil de, onu beğendiğinde sanki o karakteri tümüyle tasvip ediyormuşsun ve sen de öyleymişsin gibi olacağını hissettikleri için... 'Hayır ben öyle değilim'in bir yolunu bulmak, o karakteri yok saymak..." 
Yani mesela ben bu durumda, "Recep İvedik"i aslında beğenmişim de bunu yazarsam eğer ben de kendimi öyle bir karakter olarak gösterecekmişim korkusuyla negatif yazılar yazmışım..! Doğrusu bu hayal gücüyle yakında kendisinden bir de bilim-kurgu filmi bekleyebiliriz... 
"Felekten Bir Gece"nin (The Hangover) Zach Galifianakis'i temsilen böyle bir karakter de var Celal'in ekibinde...
“Celal ile Ceren”de “Recep İvedik”ten daha ümit veren bir yol görünüyor halbuki en başta. Ev videosu efektiyle çekilmiş, filme adını veren çiftin “mutlu beraberlik”inden sahnelerle açılan film, Ceren’in Celal’e basit bir kural koymasıyla ilk düğümünü atıyor. Ceren, nasıl sonlanacağını tahmin ettiği için, Celal’in, bir arkadaşının bekarlığa veda partisine gitmesini yasaklıyor. Aralarında çıkan tartışma sonucunda Celal partiye gitmeyeceğine söz veriyor. Ama bu sözünü tutmayıp ‘yasak elma’yı yiyor... Ceren’in bunu öğrenmesi ve sonrasında gelen ayrılık, sanki çıkışını “Felekten Bir Gece” (The Hangover) filminden almış gibi görünse de filmin en doğru işleyen bölümleri... Sonrasında film oradan oraya savrulmaya başlıyor. Ceren ve arkadaşı, Celal’e büyü yaptırıyorlar mesela ki bu filmin orta yerinde duran tümüyle klişe bir bölüm... Nitekim buradaki malum espriler, giderek kabalaşan bir dozda yine skeç usulü sıralanıyorlar. Celal ayrılığın ilk başta getirdiği geçici rahatlamadan sıyrılınca, Ceren’i yeniden kazanmaya çalışıyor. Ama bunu yaparken Hollywood’un ve hatta Yeşilçam’ın zamanında başarıyla uyguladığı garanti şablonlarını aşırılaştırıp içlerini tümüyle boşaltarak “Recep İvedik”e kırıyor dümenini. Yine incelikten yoksun, yine aşırı cinsiyetçi ve hatta giderek de avam bir kimliğe bürünüyor film.
Başladığı gibi gitmiyor film... Mesela bu sahne çok iyiydi... Film bir de fazla uzun... Hatta en az 20 dakika fazlası var diyebilirim...
Kabalık, aşırılığından ileri gelmiyor. Farrelly kardeşler de “Ah Mary Vah Mary”de daha zor olanı deneyip, ‘sperm’i espri malzemesi yaparken bunu sempatiyle ve zeki bir sahneyle yapabilmişti mesela. Ya da Judd Apatow “40 Yıllık Bekar”da bariz bir seks komedisinin içinde romantizm yaratabilmeyi başarmıştı. İşte benim de bir yazar olarak Şahan Gökbakar’ı suçladığım şey tam da bu... Böyle filmler yapabilecek gücü ve kabaliyeti olduğunu düşünmemize rağmen onun “insanlar gitsin para versinler onun karşılığında da gülmeyi beklesinler, ben de onları güldüreyim, çıktıklarında da ‘abi çok güldük’ desinler” dışında bir sinema anlayışı olmaması. Bu yüzden onun komedisi hep ‘ucuz’, hep ‘incelikten yoksun’, hep ‘yengene çaktım’, ‘karıya çatır çatır vurdum’ gibi cinsiyetçi ve hakaretamiz ifadelerle dolu olacak, hep belli bir görünüşün dışında olan kadınlarla ve eşcinsellerle alay edip onları aşağılayacak, seyirciye hiçbir zaman ‘değişik bir komediydi’ dedirtmeyecek... Çok film izlediğini tahmin ediyor olmamıza rağmen hep bir ‘sinema cahili’ olarak kalacak ama o para kazandığı sürece bundan hiç gocunmayacak!

16 Ocak 2013 Çarşamba

GEREĞİNDEN AZ TAVSİYE EDİLEN 5 FİLM - 5


Zamanında vizyona çıkmasına rağmen kenarda kalmış, o zamanlar sevilse bile bugünlerde adı geçmeyen veya Türkiye'de DVD'si çıkmış ama es geçilmiş bazı iyi filmlere dikkat çekmek için seçtiğim 5 DVD daha... Herbiri de farklı lezzetler barındırmakta...

1. Aklı Havada / Up In The Air


“Aklı Havada”, incelikle ve zekayla işlenmiş, çağımıza uygun bir romantik başyapıt. 
İncelik ve zekası senaryonun kullandığı metaforları hikayeye ve karakterlere ustalıkla yapıştırma becerisinden geliyor. Çağımıza uygun çünkü, tüm dünyayı kasıp kavuran ekonomik buhranın ya da daha doğru bir deyişle kapitalizmin insanın doğasına hem nasıl yakıştığını (!) hem de ne kadar zarar verdiğini yumuşak, zarifçe ve olgunlukla anlatıyor. Amerika’yı neredeyse terkedilmiş gösteren bazı sahneler bize durumun karamsar bir fotoğrafını çekiyor. Filmin baş karakteri Ryan Bingham ise aslında bütün manzaranın farkında. Çünkü o hep havada! Resmin içinde olmaktansa yukarıdan seyretmeyi tercih ediyor. Sürekli uçaktan uçağa atlayıp yapılması en zor işlerden birini yapıyor. Patronlarının yapamadıklarını o yapıyor, insanları işlerinden kovuyor. Olabilecek en usturuplu şekillerde... 
En son ihtiyaç duyduğu şeyin, aslında en çok ihtiyaç duyduğu şey olduğunu farkediyor. Çünkü aşık oluyor. Hem de manzaraya çok uygun bir şekilde aşık oluyor... 
George Clooney zaten iyi. Ama Vera Farmiga ve Anna Kendrick çok iyi! Daha da fazla uzatmaya gerek yok... Yapılacak tek şey var: bu filmi izleyin..
Filmin Tiglon’dan çıkmış DVD’si raflarda hem de indirim reyonlarında bulunabiliyor...


 2. Uzak İhtimal


Ne yazık ki ‘ödüllü film’ payesini alan filmler bazı seyircileri salonlardan itiyorlar. Bu film de aldığı ulusal ve uluslararası ödüller sayesinde seyircinin ‘riskli film’ statüsüne konduğu için sinema salonlarında hak ettiği ilgiyi görememişti. Oysa her gün herkesin başına gelebilecek ‘yarım kalan bir aşk hikayesi’ni duru ve duygusal bir tonda, çok da yalın bir dille anlatan başarılı bir film “Uzak İhtimal”. 
Filmde kendisine hayli yabancı bir şehirde, yani İstanbul’da müezzinlik yapmaya gelen utangaç Musa’nın rahibe adayı yan komşusu Clara’ya olan uzaktan ilgisi onu bir şekilde kabuğundan sıyrılmaya zorluyor. Ancak yine de o kabuk öyle sert bir kabuk ki, Musa’nın kendi kendine verdiği küçük cesaretler, karşı taraftan da aldığı küçük sinyaller ve yeni tanıdığı, gizemli bir geçmişe sahip sahaf dostunun desteğine rağmen bir türlü kırılamıyor. Farklı dinlere mensup olma detayı ise aslında farklı dünyalara ait olmanın daha altı çizilmiş bir versiyonu.  
Tıpkı David Lean’in “Kısa Tesadüfler”indeki (Brief Encounter) gibi, ‘yaşanamayan büyük bir aşk’ın hazin hikayesini usul usul anlatıyor film. “Aşk herşeyin üstesinden gelir” klişesini bozan bu türden melankolik aşk hikayelerine özellikle uzakdoğu sinemasında sıkça rastlasak da Türk sinemasında uzunca bir süre hasrettik.

Görkem Yeltan’ın gayet dozunda bir performansla renk kattığı filmde Musa rolündeki Nadir Sarıbacak’ın adeta ‘nefes kesen’ performansı da takdire layık. Özellikle finaldeki, Musa’nın hayatının en büyük ikilemini yaşadığı o sahnedeki oyunculuğu az rastlanır bir düzeyde.
Filmin Kanal D Home Video’dan çıkmış DVD’si raflarda bulunabiliyor...


3. Rock’n Roll Teknesi / The Boat That Rocked
 

Bazı filmler vardır, hikayesinin temsil ettiği değerlere önem verdiğiniz için adeta maça 1-0 önde başlar. “Rock’n Roll Teknesi” işte öyle filmlerden. Kendi türünün en iyilerinden biri olan “Aşk Her Yerde”nin (Love Actually) yönetmeni, “Dört Nikah Bir Cenaze” ve “Notting Hill” gibi başarılı İngiliz romantik komedilerinin yazarı Richard Curtis’e zaten baştan teslimiz. Ama 1960’ların sansürcü ve bağnaz İngiliz yönetimine karşı rock müzikle savaş açan korsan radyocuların özgürlükçü mücadelelerine de nasıl karşı durabilelim ki? 
Varsın hikaye kopuk kopuk ilerlesin, hükümetin en komik görünüşlü adamı (Kenneth Branagh) deniz ortasından yayın yapan bu korsan radyonun peşine düşüp sitcom karakteri gibi karikatürize sahnelerde gözüksün, hikayenin 1966’da geçiyor olmasına rağmen daha o tarihte yayımlanmamış bir kaç ‘single’ı da bize yedirsin (Bkz. Cat Stevens şarkısı “Father and Son” - 1970), uyuşturucu, seks, alkol ve rock’n roll ile dolu bir gemiye bakir bir genci sokarak bu güzelim hikayeyi zaman zaman “Amerikan Pastası” tadına indirgesin, yine de sevmemek, eğlenmemek mümkün değil bu filmde.  Özellikle de 30’lu yaşlarınızın sonlarındaysanız ve rock müziğin bugününden ziyade hâlâ geçmişiyle ilgiliyseniz…
Bugünün Türkiye’sinin bile kolayca ders çıkarabileceği durumlar anlatılıyor filmde. “Hükümet olmak demek bir şeyden hoşlanmadığın zaman yeni bir yasayla onu yasa dışı ilan etmektir” diyen bir bürokratı ve “Hükümetler insanların özgür olmasından hoşlanmaz” diyen bir DJ’i var filmin! 1966’da İngiliz rock müziğinin tırmanışa geçtiği zamanda BBC’nin günde sadece 45 dakika pop müzik çalması, yöneticilerin müziğin kışkırtıcılığından korkması ne kadar manidar! Ve filmin son derece görkemli çekilmiş insana umut veren o nefis finali… Seyredin ve “ah o gemide ben de olsaydım!” deyin… Tabi bir de Philip Seymour Hoffman’ın bir kez daha nefis bir performansla filme kattığı karizmaya şahit olun!
Filmin Kanal D Home Video’dan çıkmış DVD’si ender de olsa bulunabiliyor...


4. Devriye / Cruising


Ünlü eleştirmen Leonard Maltin her yıl yenilediği Movie Guide’da film için şunları söyler: “Bu kötü yazılmış, lezzetsiz filmde polis Pacino, homoseksüellerin peşine düşmek için gizli çalışıyor. Eşcinsel  dünyası hasta ve onursuz gösteriliyor.” Halliwell Guide’da ise filmden nefretle bahsediliyor. Oysa bence asıl sorun filmin sonunda geldiği noktanın bazı erkek yazarları rahatsız etmesi.
Evet, New York’da yeraltı homoseksüel barlarında dolaşıp kurbanlarını ayartan ve onları öldüren bir seri katil var. Polis dedektifi Steve Burns (Pacino) katile ulaşmak için ‘deri bar’larda kendisini eşcinsel gibi göstererek avlanmayı bekler. Ancak bu süreç içinde bir kimlik bunalımı yaşayacak ve belki de içinde yatan eşcinsel dürtülerin uyanmasına sebep olacaktır. 
Birincisi, “Devriye”nin senaryosu kötü değildir. Türün gereklerini fazlasıyla yerine getirir. Al Pacino riskli rolünde gayet inandırıcıdır. İkincisi, zamanında filmi protesto eden eşcinseller, şimdiki pek çok filmde komedi malzemesi yapılmalarından dolayı daha da rahatsız olmalılar. ‘Deri bar’ sahnelerindeki dejenere ve “kirli” görüntülerse o zamanki gerçek gözlemlere dayanılarak yapılmış. Filmin belki bahsedilecek tek kusuru bazen didaktik olması. Mesela Friedkin daha ilk cinayette katilin kurbanının sırtına bıçak soktuğu planların arasına eşcinsel bir ilişkinin planlarını serpiştirip ikisi arasındaki benzerliği gözümüze sokmuş. Bazı diyaloglarda da bu fazla dillendirme hali mevcut.
1980’de, 1 sene sonra tutucu bir başkana, Ronald Reagan’a sahip olacak Amerikan toplumuna böyle bir film yapıp vizyona çıkarmak da her yiğidin harcı değildi zaten. “French Connection” gibi maço görünümlü (!) bir polisiye ve şeytanı incille kovan “Şeytan" (The Exorcist) gibi filmleriyle sistem karşıtı gibi gözüken ama aslında sistemle barışık temalı ve tutucu filmler çeken Friedkin’den kimse bu kadar karanlık bir film beklemiyordu. Zaten Friedkin bu filmden sonra 1983’te çektiği uyduruk bir komedinin dışında 1985’e kadar da gişe filmi çekemedi.
Filmin Tiglon’dan çıkmış DVD’si raflarda kolay kolay bulunamıyor artık...



5. Roman Polanski: Aranan Adam / Roman Polanski: Wanted And Desired


Hikayeyi herkes biliyor; Fransa’dan çıkıp önce Londra’ya gidip orayı salladıktan sonra Hollywood’a gelen ve üst üste kazandığı başarılarla adından söz ettiren Roman Polanski, dostu Jack Nicholson’ın evinde bir fotoğraf çekimi gerçekleştirir... Fotoğrafını çektiği genç kız tıpkı ünlü yönetmenin ünlenmesine ön ayak olduğu Nastassia Kinski’ye yaptığı gibi kendisine şöhretin kapılarını açmasını bekleyen 13 yaşında bir kız. İşin garibi küçük filmlerde rol alan annesi de bu fotoğraf çekimine ön ayak olanlardan biri. Ve o geceki fotoğraf çekimleri bir şekilde karakolda sonlanıyor.

Ertesi gün genç kızın şikayeti üzerine polis kaldığı lüks otelden Roman Polanski’yi muhtemelen arkadaşlarıyla yine bir partiye gitmek üzereyken alır. Bundan sonrası bir firar, Amerika’ya girememe, yine bir sürü başarılı film, kazanılan ama kabul edilemeyen bir Oscar ödülü ve 30 küsur yıl sonra gelen tutuklanma, ev hapsi... 
Sundance Film Festivali’nde ‘En İyi Belgesel Kurgusu’ ödülü alan film bunu sonuna kadar hakediyor. Ele alınan bu son derece medyatik vakanın neredeyse bütün taraflarıyla konuşulmuş ve yaşanan tüm süreç, derli toplu bir şekilde Roman Polanski’nin de kariyerinin paralelinde son derece güzel geçişlerle bize sunulmuş. Filmin adında geçen Wanted (aranan) ve Desired (arzu edilen) paradoksunun da içini doldurmayı ihmal etmemiş başarılı yönetmen Marina Zenovich. 
Polanski’nin taciz davası sürerken çektiği filmlerin önlenemez başarıları onun bu sansasyonel suçunun Avrupa’da Amerika’dan farklı algılanmasına yol açmış. Olay Avrupa’da, büyük bir dahi yönetmenin sınırları azıcık zorlayan kaçamağı olarak algılanmasına karşın, Amerika’da şımarık yönetmenin ‘sübyancı’lığı olarak fişlenmiş.Aslında davanın medyatik olma meraklısı hakim yüzünden de doğru düzgün bir mahkemesi olamamış. Medyanın sürekli peşinden koştuğu Polanski 42 günlük geçici bir ‘ıslah’ın ardından da resmen yapımcı Dino De Laurentiis tarafından göz göre göre yurtdışına kaçırılmış.
Filmde hem o 13 yaşındaki kızın yıllar sonra olayla yüzleşmesine hem de Polanski’nin o zamanki ifadelerine yer veriliyor. Polanski ısrarla kızın kendisine cinsel anlamda kur yaptığını söylüyor. Kız ise bugün bile annesinin olaydaki rolünün ne olduğunu anlatmıyor. Aslında hâlâ da neredeyse tam bir “X-Files” vakası!
Filmin Kanal D Home Video’dan çıkmış DVD’si raflarda ender olarak bulunabiliyor...

11 Ocak 2013 Cuma

BİLİYORUM SANA GİDEN


Biliyorum sana giden yollar kapalı 
Üstelik sen de hiçbir zaman sevmedin beni
 
Ne kadar yakından ve arada uçurum;
İnsanlar, evler, aramızda duvarlar gibi
 
Uyandım uyandım, hep seni düşündüm
Yalnız seni, yalnız senin gözlerini
 
Sen Bayan Nihayet, sen ölümüm kalımım
Ben artık adam olmam bu derde düşeli
 
Şimdilerde bir köpek gibi koşuyorum ordan oraya
Yoksa gururlu bir kişiyim aslında, inan ki
 
Anımsamıyorum yarı dolu bir bardaktan su içtiğimi
Ve içim götürmez kenarından kesilmiş ekmeği
 
Kaç kez sana uzaktan baktım 5.45 vapurunda;
Hangi şarkıyı duysam, bizim için söylenmiş sanki
 
Tek yanlı aşk kişiyi nasıl aptallaştırıyor
Nasıl unutmuşum senin bir başkasını sevdiğini
 
Çocukça ve seni üzen girişimlerim oldu;
Bağışla bir daha tekrarlanmaz hiçbiri
 
Rastlaşmamak için elimden geleni yaparım
Bu böyle pek de kolay değil gerçi... 
 

Alışırım seni yalnız düşlerde okşamaya;
Bunun verdiği mutluluk da az değil ki
 
Çıkar giderim bu kentten daha olmazsa,
Sensizliğin bir adı olur, bir anlamı olur belki
 
İnan belli etmem, seni hiç rahatsız etmem,
Son isteğimi de söyleyebilirim şimdi:
 
Bir geceyarısı yazıyorum bu mektubu
Yalvarırım onu okuma çarşamba günleri


                                                               CEMAL SÜREYA

4 Ocak 2013 Cuma

TÜRK SİNEMASI NEREYE?



6,5 milyon seyirci alan "Fetih 1453" filmi bu konu hakkında bir şeyler yazan bir çok yazarı yanıltıyor...
Peki ya bu sene bu film olmasaydı ne olurdu rakamlar?
Bugünlerde sinema seyircisi geçen yıla göre arttı gibi cümleler okuyabilirsiniz sağda solda...

Evet, toplam seyirci sayısı (yani aslında kesilen bilet sayısı) geçen yıla göre yüzde 1.6 oranında artmış durumda. 2012 yılında Türkiye’de neredeyse 43 milyonu bulan bilet satışı gerçekleşmiş. Bu sayının belli bir kesimi –ki en az yüzde 30’dur bu oran- düzenli olarak sinemaya giden sinemaseverler olsa bir yıl içinde düzensiz sinemaya giden insanların sayısının nüfusun ne kadar altında olduğunu varın siz hesaplayın. Biz hesaplamak istemiyoruz, içimiz acıyor çünkü...

Fransa 2011 yılında son 45 yılın rekorunu kırmış, tam 215 milyon 600 bin adet bilet satmıştı. Bu sene daha da artmış olması bekleniyor. Tam sayı Ocak ayında belli olur. Bu arada Fransa’nın nüfusu da Temmuz 2012 itibarıyla tamı tamına 65 milyon 630 bin 692... Fransa’da satılan bilet sayısı Fransa nüfusunun 3 katından fazla yani! Bizde ise nüfusun neredeyse yarısı... Yüzde 1.6’lık bir artış oldu diye de seviniyoruz...

Peki bu sene 6.5 milyon bilet satan “Fetih 1453” filmi olmasa bu rakam 40 milyon biletin altında olmayacak mıydı? O zaman şimdi asıl soruyu soralım: Bilet sayısındaki bu yüzde 1.6’lık artış ‘küçük’ bir ilerleme midir? Yoksa başka bir acı gerçeği görmemize engel olan bir detay mıdır?   

2013’de durum ne olacaktır? Her sene bir “Fetih 1453” filmi mi yapmak lazım nüfusun yarısı kadar bilet satabilmek için? Geçen yıl ve 2010 yılında 1 milyon sınırını geçen 9’ar tane film varken bu sayı 2012’de 6’da kalmış. Geçen yıl 291 film vizyona girmişken bu yıl 282 film seyirci karşısına çıkmış. En çok bilet satan ilk 6 filmden iki tanesi yabancı film (“Buz Devri 4” ve “Alacakaranlık Efsanesi: Şafak Vakti Bölüm 2”). “Fetih 1453”ü, “Evim Sensin”, “Berlin Kaplanı” ve “Sen Kimsin?” takip ediyor. 2011’de 75 yerli filmin bilet sayısı 21 milyonken bu sene 58 tane olan yerli filmin sattığı bilet sayısı 20 milyonda kalmış. Bunun 6,5 milyonu zaten “Fetih 1453”e ait... Yani rakamlar hiç iç açıcı değil. Avrupa’da giderek artan (ki yine de analistlerin sinemanın geleceği konusundaki endişelerini gideremeyen bir artış bu) sinemaya gitme eğiliminin Türkiye’de karşılığı maalesef yok!

Nitelik tartışmasına girince daha karamsar bir tablo çıkıyor ki ortaya maalesef 5-15 bin bilet aralığında kalan “Tepenin Ardı”, “Babamın Sesi”, “Simurg”, “Lal Gece”, “Gözetleme Kulesi”, “Geriye Kalan”, “Can”, “Vücut” gibi görülüp tartışmaya değer filmler listenin en altlarında kalıyorlar. Yılın en iyileri anketlerinde adları geçen pek çok film (“Melancholia”, “Tha Master”, “Sürücü”, “Cosmopolis”, “Utanç”, “Moonrise Kingdom”, “Kevin Hakkında Konuşmalıyız” vb...) 10 bini, 20 bini aşmayan bilet sayılarıyla vizyonlarını tamamlamışlar... Yani bir kez daha Türk sinemaseverlerin film seçme kriterleri, filmlerin sinemalarımızdaki ‘çalıştırılma’ stratejileri, gösterim takvimlerinin doğru bir şekilde düzenlenip düzenlenemedikleri şüpheli bir tablo çıkardı ortaya...

Her şeye rağmen 2012 sinema gündemi açısından çok renkli geçti... Bakalım 2013’de Türkiye sinema sektörünü neler bekliyor hep beraber göreceğiz...    

     

* Not 1: Veriler www.boxofficeturkiye.com sitesinden alınmıştır... 
* Not 2: Bu yazı Arka Pencere'nin 166. sayısında da yayımlanmıştır...