Eleştirmenin Not Defteri

28 Mart 2012 Çarşamba

Film eleştirisi: TİTANLARIN SAVAŞI (Clash of the Titans)

Hazır devam filmi vizyona çıkıyorken birinci filmi hatırlayalım... Pek iyi anmayacağız ama yine de ikinci filmin çarpık mantığını anlamak açısından faydalı olacaktır...

Bir kahraman olağan dünyadan doğaüstü tuhaflıkların bölgesine doğru ilerler. Burada masalsı güçlerle karşılaşır ve kesin bir zafer kazanılır. Kahraman bu gizemli maceradan benzerleri üzerinde üstünlük sağlayan bir güçle geri döner.
Bu sözler ünlü Amerikalı mitolojist/yazar Joseph Campbell’ın 1949 yılında yazdığı olağanüstü kitabı “The Hero with a Thousand Faces”dan bir alıntı. Campbell mitoloji ve efsanelerin ortak hikaye kalıplarını incelemiş ve ortaya çıkardığı modele de “kahramanın yolculuğu” adını vermişti. Bu öyle bir eserdir ki dünyayı kavramak ve olan bitenin farkına varmak bütün bu hikayelerin ortak dünyasını keşfetmekten geçtiğini farkettirir okuyana.
Hollywood içinse başka bir şeyi ifade ediyor: garanti hikaye. Hz. İsa’nın hikayesi hatta ondan önceki söylenler, efsaneler, mitler hepsi insanlığın hafızasına işlenmiş etkileyici hikayeler… Campbell bütün bunların nedenlerini ve nasıl bir araya getirilebileceğinin anahtarını tüm dünyayla paylaştığında Hollywood’a da büyük bir iyilik yapmış oldu. Bugün baktığınızda neredeyse tüm tarihi epik filmlerin ve hatta kaçış sineması başlığı altına giren filmler Campbell’ın şemasını dahi çizdiği, mitolojinin öyküleme (narration) modellerini kullandığını görürsünüz. “The Matrix”, “Indiana Jones”, “Star Wars”, “Gladyatör”, “Cesur Yürek”… Liste daha uzar…      
“Kahramanın Yolculuğu” ve  doğrudan mitolojik hikayeler üzerine kurulu “Troy” ve “300”ün gişe başarısı, sonunda geç de olsa 1981’de çekilen ve ünlü efekt ve stop-motion ustası Ray Harryhausen’ın katkısıyla vücuda getirilen “Clash Of Thesh of Titans"anakün değil. iyle, sinemayla filan (!) sinir oluyorsunuz!rde rüşvet olarak kullanmayı akıl ediyor!eus filmde da Titans”a da el atılmasına yol açtı. Film Tanrı Zeus’un insanlardan da tanrılardan da kabul görmeyen oğlu kahraman Perseus’un hikayesine dayanır. Campbell’ın şemasını elinden geldiğince takip eden film, “Star Wars”dan hemen sonra çekildiği için ondan da kimi esintiler taşır. Mark Hamill’in yerini bu kez Harry Hamlin almıştır! R2D2’nun işlevini aynen yerine getiren Bubo adlı robot bir baykuş bile vardır filmde! Zaten daha kağıt üzerinde bile mitolojiyi bozan bir hikaye kurgusu vardır. Robot baykuş, yeraltı tanrısı Hades’in etkisinin göz ardı edilmesi, aslında İskandinav mitinde yeralan Kraken adlı canavarı alıp finale eklenmesi gibi değişiklikler filmi dönemin fantastik film anlayışına yaklaştırmak için yapılmış hamlelerdi. Bugün bakılınca Laurence Olivier’nin Zeus performansına, Ursula Andress’in kısacık Aphrodite sahnesine ve Harryhausen’in stop-motion numaralarına nostaljik bir tatla takılıyorsunuz. 
Bu yeniden çevrim ise mitolojiyi “Transformers” kıvamına getirmekten ibaret! İşin ilginci ilk filmle dalga geçer gibi bir sahnede Baykuş Bubo’yu ‘yeni’ Amerikan askeri traşlı Perseus’un eline tutuşturup ‘bu ne ya?’ diye sordurtup, başka bir kahraman askere ‘boşver onu şimdi’ gibisinden bir şey dedirterek verilen mesaj: ‘Böyle çocuksu, gereksiz şeyler yok bizim filmde’. Sen bununla alay et ama onun yerine ağaç gövdeli bir ‘çöl çini’ uydur koy oraya Chewbacca misali! Ya da alay ettiğin ilk filmde de farklı bir mitolojiden transfer edilmiş Kraken’i al sen de kullan kendi finalinde... Neredeyse Beowulf da girecek bir yerden! Zaten Perseus’a yolculuğunda eşlik eden savaşçılar Spartalı/Beowulf kırması olmuşlar tam. Araya da iki tane Ortadoğulu karıştırmışlar ırkçı değiliz demek için! Büyük ve kötücül güçlere karşı çıkan kahraman insanlar! (united nations!)
Neyse ki Gemma Arterton vardı filmde..!
Mitolojide tamamen farklı bir yerde duran ve aslında Zeus’un aşığı olan mini mini etekli Io’yu (Gemma Arterton), Perseus’un peşine takıp, gönül ilişkisi çıkartmışlar oradan bir de. Perseus o zaman niye prensesi kurtarmaya çalışıyor ki?
Hüzünlü ve şartların onu kahraman yapmaya zorladığı Perseus’u çelik bakışlı, yer yer lafı gediğine koyan bir ilah haline getirmenin ötesinde hikayeyi Harry Potter seviyesine indirmişler. Gerçek mitolojide tanrıların gönderdiği kılıç, kalkan ve görünmez yapan miğfer gibi araç gereçleri alıp bir güzel kullanan Perseus, bu filmde “300 Spartalı”nın kumandanı gibi daha onurlu olsun diye bu yardımlara tenezzül bile ettirilmiyor.  “Tanrıları bu insan halimle dövücem” diyen yakışıklı cengaver, Zeus’un verdiği altın parayı niye alıyor ki o zaman? Senaristler onu da harika çözmüşler: Yazı-tura atmak için! Neyse ki yanlarında ağaç kılıklı savaşçı varmış, odun modun ama o kadar insan arasında gereken yerde parayı rüşvet olarak kullanmayı bir tek o akıl ediyor!
Mitolojiyle hiç alakası olmayan seyirci için lunaparka gitmiş etkisi yaratabilir film. Ama biraz ilgiliyseniz mitolojiyle, sinemayla filan (!) sinir olmamanız mümkün değil.

Not: Bu yazı 2 Nisan 2010 tarihinde, online sinema dergisi Arka Pencere'nin 23. sayısında  yayınlanmıştır...

23 Mart 2012 Cuma

Film eleştirisi: GRİ KURT (THE GREY)


"Gri Kurt” en başta vahşi doğada sıkışıp kalmış bir avuç adamın hayatta kalma mücadelesi gibi basmakalıp bir cümleyle tarif edilebilecek bir hikayeye sahip. Ancak işte yönetmenlik becerisi ya da içgüdüsü dediğimiz şey kendisini böyle bir basit cümleden büyük bir fikre varırken gösteriyor...
Alaska’da petrol rafinerisi işçilerini zaman zaman karşılarına çıkan kurtlardan koruyan keskin nişancı Ottway, yönetmen Joe Carnahan’ın şimdiye dek yarattığı en melankolik erkek karakter.
Ottway kaybettiği karısını çok özlüyor çünkü onu kaybetmesiyle hayata ve dünyaya karşı hissettiği iyi ‘duygu’ları da kaybetmiş... Ottway elinde dürbünlü tüfeği ve karısına hiç veremeyeceği mektubuyla intiharın sınırlarında dolaşan, hayatını giderek daha ‘değersiz’ görmeye başlayan bir ruh haline sahiptir artık. Bir gün bütün bu anlamsızlığın ortasında yok olup gitmeye karar verecek ve tetiği çekecek muhtemelen.... Ama doğanın/hayatın ona başka bir sürprizi vardır...  
Kazazedelerin hepsi birer ‘karakter’, hiçbiri ‘tip’ değil.
Eve dönüş yolunda bir grup rafineri işçisiyle aynı uçakta olan Ottway’in, uçağın yoğun kar fırtınası sonucu düşmesiyle Araf’taki macerası da başlamıştır... Adeta zamanın durduğu, soğuğun iyiden iyiye bastırdığı bu el değmemiş diyarların ev sahibi olan vahşi kurtların topraklarında yarım düzine adam hayatları için kazanmalarının çok zor olduğu bir mücadele içine girerler...
Ekipte her benzeri 'survivor' hikayesinde olduğu gibi 'fazla' küstah biri vardır. Ama buradaki küstah kişinin yani Diaz’ın neden böyle bir adam olduğunun bir sebebi var... Çünkü felaket filmlerinde böyle adamlar genelde sebepsiz yere işi yokuşa süren, hikayenin bir yerinde yaptıkları bir hareketle ekibi zor durumlara sokan bir ‘araç’ görevi görür. Diaz’ın korkusunu ancak böyle örtülemeye, ötelemeye çalıştığını görüyoruz bu sefer. Herkes hayatta kalmak için kendi hayatlarının bir ‘değer’ine tutunmaya ve ondan güç almaya çalışıyor. Bir tanesi kızına tutunuyor mesela. Kızının sabahları gelip uzun saçlarını onun yüzünde dolaştırarak uyandırması, etrafı kurtlarla çevrilmiş adamlardan biri için yaşama bağlayıcı bir ‘neden’ oluyor. Hepsinin, Diaz hariç, bekleyenleri, sevdikleri var... O sert, küfürbaz, kavgacı erkeklikler ölümün kokusuyla birer birer dağılıyorlar... Hatalarıyla, korkularıyla ve hep ittikleri, baskıladıkları duygusallıklarıyla yüzleşiyorlar. Diaz içlerinde buna karşı en çok direnenleri... Ama o bile sonunda çözülüveriyor...
İnsanın hayatta kalmak için ne olursa olsun önce kendini yenmesi gerektiğini en çok öğrenen ise insanlardan ümidini çoktan kesmiş olan Ottway oluyor. Carnahan onu siyah/beyaz bir cehennemin içinde gösteriyor sanki en başta... Ayyaşların, eski suçluların kelimenin tam anlamıyla 'dağıttığı', florasan ışığı altında soluklaştırılmış  pis ve keşmekeş bir kantinde çevresiyle ilgilenmeyen, karısını düşünen yalnız bir adamın melankolisiyle açıyor filmini... Elinde uzun namluluğu tüfeği... Aslında ev sahipleri olan kurtları avlayan, silaha yani güce sahip olsa bile bütün bunlardan bezmiş bir adam... Her şeyi bırakmak ve cennete gitmek istiyor...
Carnahan silahlı erkek kahramanının silahla olan ilişkisini uçak düşer düşmez kesiveriyor. Artık silah bir demir parçasıdır sadece... Çünkü artık Araf’ta kalanlar kendi silahlarını yeniden keşfetmek zorundalar.
Ottway her korktuğunda karısının anısına sığınıyor. Zaman zaman gökyüzüne bakıp Tanrı’yı arıyor... İçlerinde düşmanı en iyi tanıyan o olmasına rağmen aslında kendi korkusuyla da en çok yüzleşen o oluyor. Bir türlü sağlam bir ilişki kuramamış olsa da babasını hatırlıyor Ottway sona yaklaştıkça. Küçük bir çocukken babasıyla geçirdiği nadir sıcak zamanları ve babasının eski evlerinin duvarına küçücük bir çerçeveyle astığı o küçük şiirini hatırlıyor sürekli...
“Savaşın ortasındasın bir kez daha...
Bildiğim son sıkı kavganın içinde...
Bugün yaşarsın ve ölürsün
İşte bugün yaşarsın ve ölürsün...” 
İnsanı "erkek" olmaya zorlayan bir dörtlük gibi sanki değil mi?
Ottway'in cennete doğru çıktığı yolculukta,
karısı ona 'melek' olarak eşlik etmektedir aslında... 
Filmin bütün “erkek” kahramanları yolculuklarını kendileriyle yüzleşerek tamamlıyorlar. Ottway’in anılarında giderek çocukluğuna, babasıyla geçirdiği o öğleden sonraya dönmesi ise filmin asıl duygusunun  doruğa çıktı an. Çünkü Ottway kendi özüne babasına sarıldığı o sahnede ulaşıyor...
Liam Neeson belki de talihsiz bir kazayla kaybettiği karısını düşünerek o melankoliyi çok inanılır bir şekilde bize geçiriyor. Havalı bir ‘felaket filmi lideri’ portresi çizmekten uzak performansıyla seyircinin karşısına oldukça ‘saydam’ bir karakterle çıkıyor. Tanınmaz haldeki Dermot Mulroney ve kadronun diğer oyuncularının da tatminkar performansları filmi sekteye uğratmıyorlar...
Filmin bir çok güzel ‘an’ı var. Mesela cüzdanların toplandığı ve cüzdanların (kimlik) finalde tekrar ortaya çıktıkları o sahne... Uçak kazasının o ana dair en ufak bir detay göstermeden son derece gerçekçi ve nefes nefese bir kurguyla verildiği kaza sahnesi gibi... Bu ve benzer sahneler filmin görsel olduğu kadar duygusal dünyasını da tamamlıyorlar.
Japon görüntü yönetmeni Masanobu Takayanagi’nin karanlık-aydınlık dengesini ustalıkla tutturduğu görüntü çalışmasına, en çok da Ridley Scott’la çalışan Marc Streitenfeld’in etkili müzikleri eşlik ediyor...
O bölgenin asıl sahibi olan kurtlar da bir hiyerarşi ve mantık silsilesiyle hareket etmekteler. Hayatta kalmak için avlanmak zorundalar. Tıpkı kazazedeler gibi,
onların da kendilerine ait paralel giden bir hikayeleri var sanki...
Sadece kamera insanların tarafına bakmayı tercih etmiş gibi...

16 Mart 2012 Cuma

ELEŞTİRMENİN NOT DEFTERİ - 13

PATLAK SOKAKLAR
İnternetteki viral videolarıyla dikkat çeken genç bir ekip “internet için” cazip bir parodi fikrine tutunmuş 10 dakikalık senaryolarıyla dikkat çekiyorlardı... Amerikan polislerinin, dublaj Türkçesiyle, Türkiye şartlarına uyarlanmış halleri komik bir malzeme... Komedisini yapacağınız klişeleri doğru saptayıp iyi-kötü bir hikayeye komik esprilerle yerleştirmeniz lazım...
Ayrıca da “dublaj türkçesiyle konuşan iki polis” esprisi zaten 10 dakikadan sonra sıkmaya mahkumdur. Bir süre sonra kendini sürekli tekrar eden iki özenti polis olarak elinizde kalan karakterlerin zaten ipe sapa gelmez hikaye akışından da düşmeleri sonrasında “bitse de gitsek” duygusuna kapılıyorsunuz ister istemez... Mesela film hâlâ cinayet masası, ahlak masası, ütü masası, nikah masası gibi masalardan oluşan karakol esprisinden medet umuyor, bu zamanın interneti yalayıp yutmuş kuşağına rağmen...
Polis kızın sahneye çıkar çıkmaz 70’li yılların assolistine dönüşmesi, minibüs şoförünün “arkadan vermeyen kaldı mı?” diye sorması, polis sorgusunun “Kim 500 Milyar İster” yarışmasına dönüşmesi gibi espriler artık son derece bayat ve basitler. Bu ve benzeri filmlerle Türk insanının mizah duygusunun bu kadar aşağılara çekilmesi bir yandan da acı verici bir şey. İnsan “Süt Kardeşler”, “Kibar Feyzo”, “Şabanoğlu Şaban” ya da “Turist Ömer” gibi filmleri özler oluyor bu gibi filmlerden sonra...
Keşke bu gençler internette bu şekilde 10'ar dakikalık skeç filmleriyle yollarına devam etselerdi. Ya da aynı ekip bambaşka bir senaryo üzerinde çalışsaydı.
Eleştirmen gösteriminde derin bir huşu içinde izlenen filmde sadece Apaçi esprisinde biraz gülümseyebildim, o da zaten fragmanda var... 1/5

SIĞINAK (Take Shelter)
"Ya öyle olursa", "ya böyle olursa"yla hayat nasıl geçer? İnsan yaşadığı çağın bütün tehlikelerini teker teker kendine çekerse, paranoyak bir şizofren olup çıkar elbette...
İnsanın “korku”yla olan imtihanı onun varlığı kadar eskidir şüphesiz... Hayatta kalabilmek başlı başına bir mücadele konusu ve hayatını yitirmekten korkmak başla başına büyük bir korkuyken, sorumluluğunu aldığınız bir eş ve çocuğunuzu da bu resime dahil edin bir...
Curtis karısı ve duyma özürlü kızıyla mutlu yaşayan bir babadır. Ama giderek inandırıcılık şiddeti artan rüyalar görmeye başlar. Rüyalarında büyük bir fırtınanın yaklaştığını ve kimlere ait oldukları görünmeyen bazı ellerin hayatını ve tüm değer verdiklerini ondan çekip aldıklarını görür... Curtis’in annesinin de bir sinir hastalığı vardır ve Curtis bu olasılığın kendisine de yaklaştığını hissediyordur ama korkusunun önüne geçmeye bir türlü gücü yetmiyordur... Tabi ki bu korku giderek büyüyecek ve karşı konulamaz bir noktaya ulaşacaktır....
Evet, gerçekten de korku insanın ruhunu kemirir... Genetik bir geçmişi olsun ya da olmasın... Korku insana lazım olan bir duygu ama yeterli bir dozda... Film bize bu doz aşımının insanı ve onun sevdiklerini nasıl bir mutsuzluğun içine attığını anlatıyor en başta... Ama yersiz gibi gözüken bu korkuların çıkan gerçek bir fırtınada o kadar da yersiz olmadığı belli oluyor. Curtis’in her türlü mantığı zorlayan sığınak yapma fikri bir süre sonra doğrulanıyor... M. Night Syamalan filmlerinin sonunu hatırlatan final de bizi yine sayıları gün geçtikçe artan “dünyanın sonu” filmlerine götürüyor... İnsanoğlunun bir türlü bitmek bilmeyen korkuları, sadece insanın ruhunu kemirmekle kalmıyor daha global bir etkiyle dünyanın da sonunu getiriyor belki de...
Ortalarında hikayesi biraz patinaj yapıyor gibi gelse de genelde ritmi yüksek bir film “Sığınak”. Filmdeki yönetmenlik ve oyuncu performansları ise üst düzey. “Hayat Ağacı”ndan beri sürekli nitelikli rollerde izlediğimiz Jessica Chastain seriyi bozmuyor. Michael Shannon ise gözüktüğü her filmdeki gibi etkileyici bir performans sergiliyor... 3,5/5

SON VURGUN
Bazen sevdiğiniz ve güvendiğiniz oyuncular bile sizi hayal kırıklığına uğratabiliyorlar...
Aslında “Son Vurgun” iyi başlıyor hikayeye... Eski bir kaçakçı olan Chris (Mark Wahlberg), iki oğlu ve güzel karısıyla (Kate Beckinsale) dürüst bir hayat yaşamaya çalışıyor artık. Ama gel gör ki genç kayınbiraderi rahat durmuyor... Yüklü bir kokain kuryeliği sırasında yapılan polis baskını yüzünden malı denize atmak zorunda kalıyor. Ancak uyuşturucunun sahibi (rolünü ciddiye alınamayacak bir yılışıklıkla canlandıran Giovanni Ribisi) malını ve uğradığı hasarı geri istiyor. Böylece Chris kayınbiraderini kurtarmak için ailesi ve kendisini son bir vurgun için riske atmak zorunda kalıyor...
Orta düzeyde bir suç gerilimi vaat eden hikaye bir yere kadar durumu idare ediyor. Chris ekibiyle düzeneğini kurup Panama’ya giden bir şileple memlekete sahte para sokmak için bir operasyon düzenliyor. Diğer yandan karısını ve çocuklarını da pek de güven vermeyen en yakın arkadaşına emanet ediyor...
Chris’in ‘gerizekalı’ kayın biraderinin hatasını yeni hatalarla kapatmaya çalıştığı bu gerilim hikayesi yol aldıkça aptalca bir Hollywood ahlak anlayışına doğru gidiyor. Chris ve dolayısıyla da yönetmen Kormakur için uyuşturucu işi ahlak dışıdır ama Panama’dan bir kamyonet dolusu sahte para getirmek, orada ünlü Amerikalı dışavurumcu ressam Jackson Pollock’un tablosuna yönelik bir soyguna karışmak sonra onu kamyonetteki bir paçavra gibi gösterip kaçak yollarla ülkeye getirip karaborsada satmak filan gayet mübah anlaşılan!
Açıkçası uzun zamandır izlediğim aksiyon filmleri içinde çatlamış ar damarlarına (illa cinsel olacak değil ya) bu derece şahit olmamıştım... Filmin hızla çözüme ulaşan ve ulaştığı çözümü de bir güzel olumlayan tavrı beni çok rahatsız etti. Çünkü bu tavır seyirciyi aptal yerine koyan bir tavır.
Film boyunca onlarca suç işlese de alnı ak kalabilen (!) kahramanımızın bunların karşılığında en ufak bir bedel bile ödememesi, hatta süper kârlı çıkması, olsa olsa 90’lardan kalma bir Hollywood alışkanlığının ürünüdür... 
Asıl şaşırtıcı olan Mark Wahlberg gibi kendi kuşağının nispeten bilinçli oyuncularından birinin hâlâ böyle bir filme ihtiyaç duyuyor olması... Ya da “Dövüşçü” (The Fighter) filmindeki yapımcılığı ve başrolüne boşuna mı övgü yapmışız acaba? 1,5/5


14 Mart 2012 Çarşamba

SELVİ BOYLUM AL YAZMALIM

Türk insanının “Selvi Boylum Al Yazmalım”a olan sevgisi ilginçtir. Hala bazı festival ve özel gösterimlerde gösterilir. Defalarca yayınlanmasına rağmen televizyon kanallarında ilgiyle seyredilir.
“Selvi Boylum Al Yazmalım” dramatik ve sevgi dolu bir aşk filmi değil sadece, Atıf Yılmaz’ın her karesini titizlikle işlediğini açıkça gösteren, onun mizansen kurmadaki başarısının en birincil kanıtıdır da. Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un bir öyküsünden uyarladığı filmin sihiri, Ali Özgentürk’ün yürek yakan senaryosuna ‘cuk’ diye oturan doğru bir oyuncu kadrosunun yetkin bir sinema diliyle donatılmasındadır.    
Büyük bir baraj inşaatında kamyon şoförlüğü yapan İlyas, baraj yolunda Asya adında genç bir köylü kızına rastlar ve iki genç birbirlerine aşık olurlar. Annesi Asya’yı başka biriyle evlendirmeye kalkınca İlyas, kızı kaçırır ve evlenirler.
Bir süre sonra İlyas ve Asya’nın bir oğlan çocukları olur. Bir gece İlyas, otoyolda çamura saplanmış bir otobüsü ve şoförü Cemşit’i kurtarmak isterken yüklü olduğu malı zamanında yerine götüremeyince patronu tarafından şoförlükten alınıp bakım servisine verilir. Kamyonundan ayrılmak zorunda kalan İlyas için bu bir yıkım olmuştur. Kendisini içkiye verir ve kendine olan güvenini kaybeder. Artık Asya’nın aşkı İlyas değildir o. Bu utancı ve yıkılmışlığı onu Asya’dan önceki sevgilisiyle yeniden ilişkiye girmeye kadar götürür.
Küçük çocuğuyla yalnız kalan Asya’nın kurtarıcısı ise orta yaşlı ve dul, yapı ustası Cemşit olacaktır. İlyas birkaç yıl sonra artık birlikte yaşadığı sevgilisi tarafından da cesaretlendirilerek evine dönmeye karar verir. Artık büyümüş oğlunu ve Asya’yı yeniden görünce yaptığı hatayı anlar ve geri dönmek ister. Asya da İlyas’ı hâlâ çok sevmektedir. Ama Cemşit, onlara sahip çıkmış, Asya’yı çok sevmiş, oğluna babalık yapmış iyi bir adamdır. Bir seçim yapmaya zorlanan Asya, tüyleri diken diken eden bir final sahnesiyle yapar seçimini.

Filmin en büyük gücü, kuşkusuz muhteşem performanslar gösteren oyuncularının gözlerinde saklıdır.. Resmi tıklayarak büyütün ve gözlere dikkatle bakın...!
Samimi performanslar
Filmin hüngür şakır giden yapış yapış bir melodrama dönüşme riski taşıyan bir öyküsü vardır aslında. Onu büyük bir film yapan şey ise bu tuzağa hiç bir yerinde düşmemesidir. Kadir İnanır ve Türkan Şoray filmde inanılmaz bir uyum gösterirler. İlginçtir ki kendi sesleriyle oynasalar belki aynı etkiyi yaratamayacaklardır. Ama yine de Kadir İnanır’ın en sempatik haliyle İlyas’a can verdiği, Türkan Şoray’ın en güzel performanslarından birini sergilediği film, aşk için emek vermenin şart olduğunu, katıksız sevginin emek vermekten geçtiğini anlatır. İlyas, Asya’yı çok sever gerçekten de ama ekmek teknesi ve duygusal bağı olan kamyonunu kaybetmesiyle özgüvenini (iktidarını) kaybeder.
Cemşit (Ahmet Mekin’in sakin ve güven veren yüzü bir filmde ancak bu kadar doğru kullanılabilir) dürüst, duygusal ve iyi bir adamdır. Asya’yı her anlamda sahiplenir ve oğlu Samet’e babalık yapar. Filmin mizansen olarak eşsiz güzellikteki finalinde yol üzerinde Asya’nın onu seven bu iki erkek arasındaki seçimini izleriz. Film tüm etkileyiciliğini de en çok bu finalinden alır. Asya’nın ağzından duygusal bir sevgi tanımını da içinde barındırır: “Sevgi neydi? Coşkun akan dere, sonbahar rüzgarıyla ürperen yapraklar, cama vurup dağılan yağmur damlaları, bir yürek çırpıntısı? Sonunda coşkun dere durulur, yapraklar kurur dökülür, yağmur diner, güneş çıkardı. Sevgi neydi? Sevgi sahip çıkan, dost, sıcak insan eli, insan emeği miydi? Sevgi iyilikti, sevgi emekti.” 
Cahit Berkay’ın yaptığı müziğiyle, Türkan Şoray, Kadir İnanır ve Ahmet Mekin’in samimi performanslarıyla, sevgili Atıf Yılmaz’ın kusursuz yönetimiyle “Selvi Boylum Al Yazmalım” haklı olarak Türk sinemasında özel ve güzel bir yere sahiptir... Aşkın her zaman “samanlıktaki  seyran” olmadığını göstermesiyle de Yeşilçam usulü aşk filmlerinin arasında pırlanta gibi parlar…
 
Filmden bazı notlar:
* Filmin çekildiği yer Adana’nın Osmaniye ilçesidir.
* İlyas ve Asya’nın oğlu Samet’i, yine bir oyuncu olan Bilal İnci’nin beş yaşındaki kızı Elif İnci canlandırmıştı! Saçları kesilip siyaha boyanan Elif, erkek çocuğuna benzetilmiş.
* Filmde Türkan Şoray’ı Tijen Par, Kadir İnanır’ı Pekcan Koşar, Ahmet Mekin’i Kamuran Usluer seslendirmişti.
* Film 1978’de Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En iyi İkinci Film”, “En İyi Yönetmen” ve “En İyi Görüntü Yönetmeni” ödüllerini kazandı.   

11 Mart 2012 Pazar

İKİ CÜMLEDE KRİTİK - 1

Geceler Bizim – We are the Night
“Tehlikeli Oyun”unu (The Wave) çok beğendiğim Alman yönetmen Dennis Gansel o güzelim filmden iki yıl sonra adeta 1987 yapımı kült film “Kayıp Çocuklar”ın (The Lost Boys) kız versiyonunu çekmiş nedense... 
Sonuçta o kadar uğraşmış, şık ve stilize bir işçiliğe rağmen bomboş, niteliksiz ve de anlamsız bir fotokopi çıkartmayı başarmış...!  2 / 5



Sır - The Debt 
“Aşık Shakespeare”in (Shakespeare in Love) yönetmeni John Madden, o filmden beri düzgün bir film çekemedi... 
Helen Mirren, Tom Wilkinson, Jessica Chastain, Sam Worthington, Ciaran Hinds, Marton Csokas gibi keyif veren oyunculara rağmen, cazip başlayan ama giderek basitleşen ve sıradanlaşan bir hikayeye sahip olan film iddiasının altında kalmış ne yazık ki... 2,5 / 5

 
Senden Önce - What’s Your Number
Romantik seks komedisi yapalım derken iyice saçmalamaya ve dozu kaçırmaya başladılar... 
Silikon taktırmış ve botokslanmış Anna Faris ise hâlâ bu tür bir film için bile arzu edilesi bir kadın olamadığı gibi zaten sevimsiz olan bir karaktere azıcık dahi ruh katamıyor.. 1,5 / 5





Mahzen – The Hole
“Gremlinler”in yönetmeni Joe Dante’den ailece izlenebilecek Disney filmleri kıvamında bir korku filmi! 
Teenage oyuncu kadrosuna, kansız ve grafik şiddet yerine atmosfer gerilimine yaslanan film, ‘hardcore’ korku severleri memnun edecek türden bir film değil. 2/5




 
Saklı Ruh - Hidden 3D
Hastane ve ‘sadistik deney’ temalı korku filmlerinden biri olan film bir klişeler yumağı olmaktan öte bir şey değil... 
3 boyut teknolojisini de gözümüze sokmaya çalışan bu Kanada filmi, terkedilmiş bir hastanede 105 dakika boyunca izleyiciyi canından bezdirerek etkilemeye çalışıyorsa bunda gayet başarılı oluyor... 1/5

9 Mart 2012 Cuma

ELEŞTİRMENİN NOT DEFTERİ - 12

JOHN CARTER 
Tarzan karakterinin yaratıcısı Edgar Rice Burroughs’un zamanına göre olağanüstü bir hayal gücüyle ürettiği bir savaşçı kahraman John Carter. 1912 yılında ilk kez yayımlanmaya başlayan çizgi roman serisi Amerikan İç Savaşı’ndan sonra kendisini altın aramaya adayan Virginialı yüzbaşı Carter’ın, apaçilerden saklanırken bulduğu bir mağaradan Mars’a klonlanmasıyla başlıyor. Carter dünyadaki yerçekim kuvvetine alışık bedeniyle Mars’ta çok daha güçlüdür ve orada birbiriyle savaşan iki ırkın tam ortasına düşer. Tabi ki iyi olanların yanında yer alacak ve Mars prensesine de aşık olacaktır.
Mars’ta (filmde Barsoom olarak geçiyor) Helium’lular düşmanları Zodanga’lılarla savaş halindeler. John Carter en başta “Avatar”daki Na’vi’leri anımsatan bir humanoid kabilesinin içine düşüyor. En başta tek bir derdi var kendi gezegenine geri dönmek. Bu Matai Shang adlı arabozucu Zodanga’lı komutanı Helium’lu Mars Prensesi Dejah ile evlendirmeye gayret ediyor. İşte John Carter yeri geldiğinde dişli bir savaşçı olan güzel prenses Dejah’a tutuluyor ve onlara savaşlarında yardımcı oluyor. 
Yoğun bir “Star Wars” etkisinin hissedildiği filmde Carter’a yardımcı olan humanoid Sola’yı C-3PO, Marslı şirin köpekimsi varlığı da R2-D2 işlevinde kondurmuşlar hikayeye. Zaman zaman Conan’ı hatırlatan Carter’ın arenadaki dövüşleri Ridley Scott’ın “Gladyatör”ünden... Arenada mavi kanlı dev yaratığı alt ettikten sonra yüzü gözü maviye boyanan Carter, bir anda “Cesur Yürek”teki (Brave Heart) William Wallace olup tüm humanoid’lere seslenerek onların komutanı oluveriyor... Her şey başka bir yerden alınmış hissi sizi bir an olsun bırakmıyor. Halbuki bütün bu filmler daha yeryüzünde yokken “John Carter” vardı! 
Bu yetmezmiş gibi, bütün olayları bir ‘evlilik’ düğümüne bağlama telaşı da filmin gidişatını ciddi anlamda yaralıyor. Dansöz gibi giyinen prenses, bir yandan iyi bir dövüşçü bir yandan da hayli feminist ama Marslı dahi olsa evlenmeden gerdeğe girmeyen, sabahında da göğüslerini kocasının yanında bile çarşafla örten bir kadındır!
Pixar’ın önemli yönetmenlerinden biri olan Andrew Stanton’ın genelde aksamayan yönetmenlik performansı senaryoya kurban gitmiş sonuçta. Hafiften Hülya Avşar’ı andıran Lynn Collins ise tuhaf renkteki lensleriyle göründüğü sahnelerde ‘olumsuz anlamda’ dikkatimizi dağıtıyor... İlk kez “Wolverine”deki küçük rolüyle dikkatimizi çeken Taylor Kitsch ise kameraya karşı soğuk bir ifade ve duruşa sahip. Ayrıca filmdeki birkaç sahne karizmasını da bozunca Kitsch için diyecek pek bir şey kalmıyor... 2/5

SİYAHLI KADIN
Maddi sorunlar yaşayan dul bir baba olan genç avukat, Arthur Kipps, bir evin satışıyla ilgili sorunları çözmek için İngiltere’nin kırsalındaki bu boş eve ‘belge düzenlemeye’ geliyor. Ama tabi ki evin lanetli bir geçmişi var... Bir kadının oğlu o evin eski sahiplerinin hatası sonucunda ölmüştür. Bu nedenle her ne hikmetse bu kadının ruhu ebediyete intikal etmeyip o köydeki bütün çocukları, olayla hiç bir ilgileri olmamalarına rağmen, tek tek intihara sürüklemektedir... Yani ölü olması yetmezmiş gibi kindar ve hasta ruhlu bir hayalet kendileri! Tabi ki her zaman şunu düşünür ve gereken her yerde de söylerim: “Dünyanın en tehlikeli insanı kızgın bir annedir!”...  
Ancak bir korku filminde kötülük yapan, cinayetler işleyen bir ‘şey’in ya da kişinin motivasyonunun daha sağlam olmasını istiyor insan. Nitekim ölen çocuğuyla sırf aynı köyde yaşıyorlar diye bütün çocukları ölüme götürmek, oradan da onun acısını anlayan ve dindirmeye çalışan genç avukatın da çocuğuna musallat olmak filan “sağlam” bir malzeme çıkartmıyor. Üstelik şuncacık hikayeyi oldukça iyi bir atmosfer yaratarak anlatmaya başlayan yönetmen bir süre sonra filme iyice patinaj çektiriyor. Çok büyük bir gizemi saklıyormuş gibi uzun süre top çevirmesi filmin ritmini ve takibini ciddi anlamda zorluyor. Finalde ise zorla son bir sürprizle izleyiciyi şok etmeye çalışıyor film. Ama aslında o zorlama final de hikayeye vurulan son darbe oluyor... 
Açıkçası çocuk ölümleriyle ilgili filmlere karşı önleyemediğim sevimsiz bir bakışım da vardır. Bir de üstüne üstlük hayaletin yarattığı huzursuzluğun içine dahil olamayınca ister istemez filmden koptum. Ama genel olarak yönetmenin atmosfer yaratma konusundaki becerisini, filmin tam da Victoria dönemi İngiltere’sine uygun renk skalasını beğendim. Japon korkularını çağrıştıran siyahlı kadın imgesi de bazı sahnelerde tüyler ürpertiyor... “Harry Potter” Daniel Radcliffe’i de aklıma hiç Hogwarts’ı getirmeden izleyebildim. 2/5

GİZEMLİ ADAYA YOLCULUK
Jules Verne bizim gibi 80’lerde çocuk olup da okumayı seven kuşağın kahramanlarından biridir. 90’larda ya da 2000’lerde çocuk olanlar okurlar mıydı bilmiyorum. Ama şimdilerin çocuklarının pek bir haberi yok sanırım... Oysa bizim kuşağımızın babaları buna dikkat edip okumalı veya okutmalı onlara... Yoksa böyle Hollywood’un sulandırdığı uyarlamalara, bu eşsiz kitapları iyice sulandırdıkları filmlerle tanıyacaklar onu çocuklarımız...
Serinin yine üç boyutlu olan ilk filmi “Dünyanın Merkezine Yolculuk” bir şekilde başarılı sahneler ve asıl romana yer yer sadık kalabilecek bir senaryo sunuyordu bize. Serinin bu ikinci filmi yazarın ünlü “Esrarlı Ada” klasiğinden bir parça, “Denizler Altında 20 Bin Fersah”’tan başka bir parça alan ortaya karışık bir "üç boyutlu" aile filmi...
İlk filmde ailenin kayıp olan 'baba'sını bulmak için amca, yeğen ve güzel bir tur rehberi dünyanın merkezine yolculuk yapıyorlardı. Bu filmde babayı öldürmüşler, amcayı da anmıyorlar bile... Brendan Fraser ile anlaşılamamış belli ki... Ama bir tane üvey baba var... Maşallah eski donanma mensubu bu baba her şeyden anlıyor neyse ki!
İlk filmde de tanıdığımız ve üvey babayla iletişim sorunu olan Sean’ın bu sefer de “Gizemli Ada”da mahsur kaldığına inandığı dedesine ulaşmak için üvey babasıyla yola çıkar. Ne aileymiş ama, hepsi bir yerde kaybolup duruyorlar. Kalanlar da sürekli onları arıyorlar... Hikayeye daha sonra bir pilot ve onun gelişkin, sık sık kameranın tedirgin ve ihtiyatlı bir şekilde göğüslerine dikiz attığı kızı (en son Sucker Punch ve Beasty’de izlediğimiz Vanessa Hudgens) da katılıyor.
Olaylar da çok hızlı ve çarçabuk gelişiyor. Hiçbir gelişme için en ufak bir hazırlık sahnesi yok. Her şey ölçülü biçili ve peş peşe sıralı... Dolayısıyla oyuncular da en ufak bir incelik veya duygu katamıyorlar karakterlerine...Üç boyutlu filmin tek boyutlu karakterlerinin öyle heyecan yaratacak düşmanları bile yok! Ada batmadan adayı terketmek zorundalar, hepsi bu...!
Eğer filmi IMAX’de izlerseniz belli bir keyif almanız olası. Ama onun dışında eskiden haftasonları öğlen kuşaklarında yayınlanan Disney’in televizyon filmlerini andıran bir yapısı var filmin.  2/5

2 Mart 2012 Cuma

Film eleştirisi: SEN KİMSİN?

Bu zamanda bir polisiye parodisi yapmak hem kolay hem de zordur. Kolaydır çünkü bir polisiye hikaye omurgası bulduktan sonra, türün klişeleriyle oynayabildiğiniz ‘gag’lerle omurgayı sararsınız... Komediden anlayan ve senaryo yazabilen birileri için bu zevkli bir yolculuktur...
Bir yandan da zordur çünkü yapılmış çok iyi örnekleri vardır... Blake Edwards – Peter Sellers ortaklığının ürünleri “Pembe Panter” serisi orada öylece bozulmamış bir halde durur. Absürd parodi janrının en iyilerinden olan “Çıplak Silah” serisi de hâlâ zevkle izlenebilen örneklerdir. Hatta polisiye parodilerle akraba sayılabilecek ajan parodileri de iyisiyle kötüsüyle hayli yaygın bir şekilde devam etmekte... Bizde de sıkça denenen bir türdü zamanında. Ama Ertem Eğilmez’in Sadık şendil’in senaryosundan çektiği “Şabanoğlu Şaban”ı diğer tüm örneklerden ayrı tutmak gerek. Film Kemal Sunal tipi mizahla destekli olup “Pembe Panter” filmlerinin izinden başarıyla ‘Türkleşerek’ giderken hayli komik gag’lerle süslenmiş Türk sinemasının en komik filmlerinden biridir.
Yani demem o ki; sakar bir polis dedektifi yaratmakla iş bitmiyor pek... İyi-kötü bir gizem barındıran, mümkünse “suçlu kim?” sorusunun cevabını gizleyen ya da bunu yapmayı tercih etmese bile dramaturjik bir merak unsuru yaratabilen bir senaryo çıkartmak lazım.    
Son yıllarda çıkış yapan komedi yıldızları arasında Tolga Çevik – kariyerine Semih Kaplanoğlu filmi “Herkes Kendi Evinde” ile başlamış olsa da- kendine has bir yer edinmedi değil. Küçük de olsa bir baskı hissettiği anda eli ayağına dolaşan ve beceriksizliğini şanssızlığına bağlayan adam karakteri, Tolga Çevik’in komedi personasını oluşturuyor. Bu yüzden seyirciyle sıcak bir temas kurabiliyor. Onu kitlelere sevdiren “Komedi Dükkanı”nın sırrı da bu ‘komik loser’ın her kontrpiyede kalışında çırpındıkça batıyor oluşuydu...
“Sen Kimsin?”de polis babasının başarısı altında ezilen, polis olamamış ama özel dedektif olarak ayakta kalmaya çalışan Tekin’in ilk macerasını izliyoruz. İlk macera diyoruz çünkü belli ki her ‘tutan’ komedyenin ilk yaptığı şeyi yapmaya çalışıyor Çevik: belli bir seyirci garantisi olan bir komedi serisine kapağı atmak...
Tekin’in ve emekli trafik polisi İsmail Abi’sinin bir polisiye vakanın içine düştüğü maceranın bu “polisiye vaka”sı pek güçlü değil ne yazık ki. Bu da bütün yükü Tekin’in üzerine yıkıyor. Üvey kızının mirasına konmaya çalışan bir kadın ve ne olduğu belli olmayan yardımcısının tasarladıkları cinayete bu iki ‘özelliksiz’ dedektifi şahit yazdırmaya çalışması, kabul etmek lazım ki sağlam bir hikaye omurgası sunmuyor izleyene...
“Sen Kimsin?” kahramanını bize hareketli bir ‘girizgah’la tanıtabiliyor. Tekin’in gözetleme yaptığı otelde bir özel harekat timi baskınına denk gelmesi iyi bir başlangıç. Sonrasında Amerikan kara filmlerine de gönderme yapan, gizemli bir kadının dedektif bürosuna yaptığı ziyaret sahnesi eşliğinde, kahramanımızın görevini almasıyla başlayan hikaye, uzun bir süre patinaj yapıyor ve durumu Tekin’in beceriksizliğiyle ‘idare ediyor’. 
Tolga Çevik’in zaman zaman Peter Sellers mimiklerinden ‘ödünç’ alması 
birilerini güldürebilir ama açıkçası beni biraz rahatsız etti...
Ancak Tekin karakterinde de bir sorun var. Olanca sempatisine rağmen kendisinden düşük seviyedeki pilavcının arabasını sakarlıkla değil, bilerek ve isteyerek kırıyor mesela... Fonda çalan “Staying Alive” eşliğinde kendisini bir an Amerikan polisi zannetmesi de oldukça sevimsiz... Yaşlı ve sempatik partneri İsmail’i araba bagajına koyması da öyle... Kahramanı seyircinin gözünde yaralayan bu ve benzeri sahneler yüzünden film ve karakter kendisini daha geç sevdirmeye başlıyor... Buralarda da “Pembe Panter”in Dedektif Clouseau’sunun sorgu teknikleri (!) sık sık Tekin’de de kendisini gösteriyor. Zaten bir sahnede bir şovalye zırhı gösterilerek Clouseau’ya bir nevi selam da gönderiliyor...
Tekin’in takip ettiği şüphelinin peşinden spor merkezine girip saunada sorgu yapmaya çalışması ve yakalanışının ardından yaşananlar da filmin bir nebze vites atmasına sebep oluyor. Aksiyon ritmi iyi çizilmiş kaçma-kovalama sahnesi ise filmin mizahının doruk noktası.
Herşeye rağmen prodüksiyon değeri anlamında kolaya kaçılmamış. Hikayenin açılabildiği ölçüde ve Türk komedilerine göre ‘büyük’ bir finalle sonlanıyor film. Zaten Ozan Açıktan’ın ilk filmi “Çok Filim Hareketler Bunlar”da da dikkat çeken pürüzsüz yönetmenliği bu filmde de kendisini gösteriyor... 
İlk kez “Bir Avuç Deniz”de izlediğimiz Zeynep Özder güzelliği 
ve aksamayan performansıyla parlıyor... 

1 Mart 2012 Perşembe

AH GÜZEL İSTANBUL - AH BE HAŞMET ABİ...!

1966’da bir Atıf Yılmaz filminde harikalar yaratır Sadri Alışık sessiz sessiz. “Ah Güzel İstanbul”, 60’lardan bugünün Türkiye’sine bile bakabilmeyi başarmış bir filmdir ve Alışık’ın en can yakıcı performanslarından birini içerir.  
Haşmet (Alışık), hayatı çileler içinde geçmiş ve sonunda kendisini alkole bırakmış eski bir İstanbul beyefendisi. Hiç evlenmemiştir çünkü aradığı gibi biriyle bir türlü yolu kesişmemiştir.  Belki biraz da çekinmiştir. Şöyle konuşur filmin başında bir yerinde: “Orta halli aileden gelme kız yükselmek ister; sinema, tiyatro, eldiven, manto ister. Okumuş kadın iyidir, hoştur ama adamı diken üstünde oturtur. Zengin kadına da ya jigolo olursun ya da köle.”
Bestekardır aslında ama alkole kapıldıktan sonra sokak fotoğrafçılığıyla geçinmeye çalışır. Bu dürüst ve temiz adamın hayatına bir gün Ayşe (Ayla Algan) adlı gencecik bir kız girer. Şarkıcı ve “artist” olmak için evinden kaçan bu saf kızın Haşmet ile tanışması, Ayşe’nin Haşmet’i fotoğraf çekerken görüp ondan “artistik” bir fotoğrafını çekmesini istemesiyle gerçekleşir. Haşmet bu genç kızda artık çevresinde pek rastlamadığı bir şeyler görür. Samimiyeti, bozulmamışlığı ve masumiyeti. Haşmet bu ümitsiz derecedeki saf kızın fotoğrafını çekerken onun hayallerini dinler ve kendisini harcamak üzere olan temiz bir kız görür objektifinin önünde. Bir süre sonra yine, tam da tacize uğrayacağı zaman rastlar Ayşe’ye. Dayanamayarak duruma müdahale eder ve artist olma hayalleriyle kandırılmak üzere olan Ayşe’yi kurtarır istismarcı adamların elinden.
Haşmet’in gönlü zengindir fakir olsa bile. Deniz kenarındaki gecekondusunda Ayşe’ye yer açar. Ona İstanbul’un ne kadar güzel olduğunu ama içinde yaşayanların bazen onu ne kadar kötüleştirdiğinden bahseder. Haşmet, İstanbul’un giderek bozulduğuna, şarkıların ve bestelerin bile eski tadının ve duygusunun kalmadığına dikkat çeker. Günümüze o kadar yakın saptamalarda bulunur ki bugün bile izlediğimizde şaşırmamak elde değildir. Mesela bir yerde “Milli hastalığımız her şeyin kolayına kaçmak” der. Yine filmin bir yerinde dediği gibi “Her şey biz hiç gayret etmeden yolunda gitse keşke”dir... 
 “Ah Güzel İstanbul” aslında İstanbul’un değişen çehresinden, içini oluşturan toplumun da değişmeye yüz tutmasından bahseder. Atıf Yılmaz’ın çoğu filminde vurguladığı kasaba gerçekliğinden şehir gerçekliğine geçişte yaşanan sorunlar alttan alta hissettirir kendisini. Haşmet bu değişen toplum içerisinde değişmeyen ve değişmek istemeyen, bu yüzden de düşmeyi göze almış bir beyefendidir. İnsanların kendileri gibi olmalarını savunur. Maske takanlardan nefret eder. Değişen koşullar içerisinde bir müddet sonra bestekar olarak varolamayacağını anlamıştır. Alkol hayatına girince de kendi küçük İstanbul’unu boğaza bakan bir gecekonduya sığdırıvermiştir. Onu bu küçük dünyasından Ayşe çıkarır dışarı. Haşmet son bir umutla Ayşe’yle eski günleri yakalayacağını düşünür. Oysa Ayşe bilinçsiz de olsa değişime uyma taraftarıdır... Haşmet’i yine derin bir hayal kırıklığı beklerken film yine de bizden istediğimiz finali esirgemez... 
Pek çok duyguyu birleştiren bu başarılı filmin, Yılmaz’ın aksamayan yönetimi ve Safa Önal’ın senaryosundan aldığı gücün yanısıra oyuncularından da edindiği büyük bir güç var. Yılmaz şüphesiz Sadri Alışık’ın yaşayan yüzünü, içli sesini maksimum düzeyde kullanır filmde. Film kimi basit klişelerden de faydalanmasına rağmen sempatisiyle bu dezavantajdan sıyırıverir kendisini.
Senaryosunun her zamana uyarlanabilecek gerçeklikte olması, yönetiminin kusursuzluğu, komedi, taşlama ve melankoli dozunun ustaca dengelendiği, Sadri Alışık’ın koşup sarılmak isteyeceğiniz kadar etkileyici olan samimi performansı ve Ayla Algan’ın sevimli oyunuyla “Ah Güzel İstanbul”, Atıf Yılmaz’ın kuşkusuz en güzel filmlerinden biridir. Filmin uluslararası bir ödülü de vardır. İtalya’da San Remo’da düzenlenen Bordighera Güldürü Filmleri Şenliği’nde “Gümüş Ağaç Plakası” ödülü kazanmış bir filmdir.
Bugün seyrettiğinizde bile asla sıkılmayacağınız, alay konusu edemeyeceğiniz bir içtenliği vardır filmin ve kuşkusuz Sadri Alışık filmografisinin en kayda değer filmlerinden biridir.